27 Kasım 2009 Cuma

Previously on Life

* Bayramın en güzeli hafta içine gelen deği midir ey dostlar! ve fekat her şeye rağmen, herkeşlere iyi bayramlar.

* BJK bizi yendi tebrikler. Bu maçı alma ihtimalleri; İbrahim Üzülmez'in o çalımı atıp, Fink'in ayağına o ortayı yapabilme, Fink in ise gelişine o şutu çıkarabilme ihtimali kadardı...İşte o ihtimal gerçekleşti. Maç boyu Guiza'ya bok atan densizleri sıkça anmak zorunda kalmak dışında, beni rahatsız eden bir şey yok. Antep bizi nasıl yendiyse BJK de öyle oynayarak yendi işte. Burdan isteyen istediği mesajı çıkarabilir...

* Üzerinden çok uzun zaman geçti diye söylüyorum. Benim bu pasif ofsayt hususunda kafama ciddi olarak takılan şeyler var. Bence, kendine hakem hocası denen şahsiyetler dahil, kimse bu kuralı tam olarak idrak etmiş durumda değil. Evet, benim iddiam şudur: mevcut kurallar dahilinde Gs'ye attığımız ilk gol ofsayt değildi. Şöyle düşünün, bir futbolcu uzaktan şut atıyor, kaleye 5 metre uzaktaki ofsayt durumundaki arkadaşı son anda kıçını toptan çekiyor ve gol oluyor. Bu şekilde onlarca gol atıldı TSl de, hangisien ofsayt verildi? veya serbest vuruşlarda barajı bozan adam hadisesi var ki, bu mantığa göre hepsi ofsayt. İşlerine gelince topla oynamadı, toptan kaçtı işlerine gelince kalecinin konsantrasyonunu bozdu.

* 4 gün boyunca inanmadığım bir eğitim için Sabancı Üniversitesi ne kapatıldım. Hem de yatılı! her dönem 4 günümü heba ettiğim bu kurumsal gazın bana öğrettiği 2 şey var. 1-) İnsan Sabancı gibi yerleri görünce devlet üniversitelerinde geçen yıllarına lanet ediyor 2-) Sunum teknikleri dersinde bizi kameraya aldılar, daha sonra da bütün sınıf kendimizi izledik. Ben bu kadar çirkin ve borazan sesli oldugumu bilmiyordum. Hilkat garibesiymişim de haberim yokmuş...insan haber verir!!

* Her ne kadar kurban olayına vahşilik diye bok atsak da, kavurma bambaşka bir şey...

* Hayattaki en yakın dostum 12 Aralık da evleniyor. Müstakbel eşinin evinden çeyizlerini almaya gittik beraber. Evliliğe giriş böyle bir şeyse, evlilik nasıl bir şeydir tahmin edemiyorum. Allah dağına göre kar veriyor sanırım...neden bekar olduğumu anladım..her şeye rağmen insan hüzünle karışık duygular yaşıyor. Ben 12 sinde bayağı bir duygusallaşcam sanırım. Bari çok içmiyim de ağlamayayım o gün...

* Uzun zamandır gitmek istediğim Nando's a nihayet geçen hafta gittim. Hesap ameliyat tadın da olsa da, gidip bir deneyin derim.

* Bayram kaynaşma günüdür, aileler bir araya gelir falan hikaye benim için. İmkanım olsun bir bayram İstanbul'da kalırsam şerefsizim.

* Delikanlının Galaksi Rehberi adlı yazım bir çok kişi tarafından magandalıkla itham edilse de, en kısa zamanda devamını yazacağımı beyan ederim:)

* Bir arkadaşımın en büyük rakibimizin fabrikasının yanındaki şirkette çalıştığını öğrendim. Ve fekat 2. cümlesinde " ne yapıyorlar o paslı borularla anlamadım" lafı beni benden aldı. Kendimi sektörümü ve rakibimi savunurken buldum. Hatta " boru olmazsa insanlık olmaz" tadında nutuklar attım ki sormayın gitsin..bunca yıldan sonra iyiden iyiye "borucu" olduk sanırım.. Benim yanımda boru kavramına laf atmayın, bozarım...

11 Kasım 2009 Çarşamba

Football vs Soccer



Son zamanlarda USA'daki futbol olgusuna takmış durumdayım. Tabi burda futbol diye kastedilen, yeni dünyadakilerin Soccer diye adlandırdığı canımız kanımız ciğerimiz...

Dün Facebook ta Amerikalıların kendi aralarında bu sporu tartıştığı bir grup buldum ve saatlerce duvar yazılarını okudum. "Soccer Sucks" adı verilen bu güzide grupta insanlar ikiye ayrılmış durumda.

İlk grup; Amerikan şahinleri dediğimiz, soccer ı kız sporu olarak gören, bu sporu yapmak için hiç bir yeteneğe sahip olmaya gerek olmadığını iddia eden, sadece retarded (özürlü) insanların futbolu sevebileceğini savunan insanlar. Özellikle taktıkları hususlar; maçların sıkıcı ve kısır geçmesi (beraberlik olgusu ve 0-0 gibi skorlarları dimağları almıyor) ve darbe alan futbolcuların kızlar gibi saatlerce yerlerde sürünmesi. Anlayacağınız bu iri bebelere, futbol kız sporu gibi geliyor. Hatta bütün futbolculara faggot (.bne) yakıştırması yapmaktan bile geri kalmayanlar var.

Futbolu savunanlar ise, malumunuz olduğu üzere, ülkede yaşayan göçmenler. Bizim de hemen aklımıza gelen argümanları alt alta koyup bu saldırıları püskürtüyorlar. Olay bir yerden sonra "futbolcular da erkektir, yeteneklidir"'i savunma ezikliğine gitmiş olsa da çatır çatır cevap veriyorlar.

Yukarıda iki grubun da birbirlerine bok atmak için gruba koyduğu fotolardan beni eğlendiren 2 tanesini görebilirsiniz.


Yazarın Notu:

Amerika'lıların futbola "soccer" demesi umurumda değil.
Onların bu sporu sevmemesi, önemsememesi ,ki aksine orada yaşayanlardan müthiş bir altyapı yatırımı yaptıkları haberlerini alıyorum, her futbolseverin işine gelir.

Zira formül açıktır.

(zenci veya hispanic)+ varoş = İyi Futbolcu

Bunların hepsi USA'da fazlasıyla var. Ayrıca emparyalist düşünce ve başarıya giden her yol mübahtır mantığıda bu topraklarda doğmuş.
Dua edin bu adamlar futbolu sevmesin yoksa işin bütün tadı kaçar...

Ancaaaaak, duvar yazılarını okurken bazı şahısların baseball un futboldan daha güzel, daha erkek, daha yetenek isteyen bir spor olduğunu iddia etmesi beni bile isyan ettirdi. Bunun üzerine bir kızcağız roller derby diye bir "sporu" övmüş ki ilk defa duyuyorum (bu spor ile ilgili videoları youtube dan izleyiniz lütfen). Bir an gruba üye olup aklıma geleni yazmak geldi içimden. Sonra baktım redneck ler futbolu savunan gurbetçi kardeşlerimizin dilbilgisi ile dalga geçiyorlar, kendimizi maskara etmeyelim 70 kelimelik İngilizcemizle diye geri durdum.

10 Kasım 2009 Salı

Delikanlının Galaksi Rehberi #1


Ey oğul,

• İki elin kanda da olsa mangal yakmayı öğren. Bir gün kesinlikle ihtiyacın olacaktır. Mangal olayı bir erkeğin toplum tarafından sınandığı vakalardan biridir. Unutma gazla, çırayla herkes mangal yakar. Önemli olan mevzuyu tamamen doğal yollarla tutuşturabilmektir. Bu kutsal görevi devraldığın an, Mcgyver edasıyla, çalı çırpı bulmak adına explorer turlara çık. Mümkün mertebe az kağıt kullan, ilk başta sonuç verse de ertesi gün evin temizliği yapılırken arkandan çok küfür yersin. Altın kuralı unutma: kasa her zaman kazanır. Mangal kozunla hem prim yapar, hem de nihayetinde en fazla eti yersin.

• Arkadaşlarınla gittiğin tatillerde, sabah asla en son uyanan sen olma. Unutma, erken kalkan gün için planı-programı yapmaya muktedirdir. Geç kalkan ise uyku mahmurluğunu atmadan kendini hiç istemediği bir organizasyonun içinde bulur. Bu alemin değişmeyen yegane gerçeklerinden bir tanesi de, en kral dedikodunun sabah saatlerinde yapıldığıdır. Erken kalkarsan bilezik gibi arkadan geçirirsin, gece kalırsan tatilin her günü senin için kabul günü olur.

• Unutma, moda dünyası kadın giyiminde doyuma ulaştığı için yeni pazar olarak erkek milletini hedef almaktadır. Kendine bakan erkek, metroseksüel erkek gibi tanımlar hep bu amaca hizmet etmektedir. Uzun &çiçekli şortlar, parmak arası terlikler giyerek bu kumpasa gelme. Erkekleri efemineleştirme savaşında tarafını belirle. Bu kartelin sana dünya starı diye sunduğu Beckham,Ronaldo gibi oğlantı topçulara itibar etme.

• Delikanlı adam barda diskoda elini omuz hizasından yukarı kaldırarak dans etmez. Eller havaya tarzı danslar yapan erkeklerle selamını kes. Vestiyer konusunda cimrilik yapma. Hiçbir vestiyer ücreti, senin mekânda montlarını bir yere sıkıştırmaya çalışırken ki stresine değmez.

• Ortamına göre içki içmeyi bil. İtalyan restoranında rakı, kebapçıda şarap içmeye kalkma. İçki âleminde ortama uy. Masanın tercihine itibar et. Her organizasyonun kamberi olan, ama bütün masanın alkolün dibine vurduğu anda bile “ben alkol kullanmıyorum” diyip kola içen insanlara mesafeli yaklaş. Mümkünse herkesle beraber sarhoş ol, masada alkol içmeyen varsa dengeli git. Ortamın şebeği olma…

• İlk buluşmada yemeğinin tamamını bitirmeyen , cep telefonunu masanın üzerine koyan kızlar candır canandır. Fakat, daha bismillah bile demeden, çantadan çıkarılan telefonlarla WC ye gidilirse, kafa hala bir yerde demektir. Bu hareketleri sineye çekmeniz ilerde size “ böyle bir ilişkiye hazır olup olmadığımı bilmiyorum berke” tarzı kolpalarla geri döner. Bununla beraber boynunu geriye atıp , poposunu kameraya dönmek suretiyle fotoğraf çektiren kızlardan cacık olmayacağını bil. Hele bir de, bu fotoları çektirirken diz yukarı doğru kırılıyorsa…..

• Hangi takımı tutarsan tut, rakip takımın güzel tezahüratlarının hakkını ver. Ben “Nevizade Gecelerini, Yağmurlu Bir Günde Görmüştüm Seni” tezahüratlarını beğenmiyorum diyip ortamda pirim yapmaya kalkma. Tribüncü adam delikanlı adamdır, zarar gelmez….emeğe saygılı ol….

• İnsanlara 3 şeyin muhabbetini yapma: iş yerindeki problemler, evdeki kedin ve sevgilinle yaşadıkların. Bunları ballandıra ballandıra anlatmak hoşuna gider, fakat karşı tarafın bütün “can kulağı ile dinliyorum” edasına rağmen sıkılacağını unutma. Kızların olduğu bir ortamda sakın askerlik anılarını anlatma. Konuyu mümkün mertebe kendi ekseninden uzaklaştır. Seninle futbol muhabbeti yapmaya çalışan kızlarla yüzeysel konuş, bu konuda ileride kullanacakları bir cephe açmalarına izin verme.

Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.

8 Kasım 2009 Pazar

Spor Rüzgarları...

Spor hakkında sözlenmiş bazı özlü sözler, anlam bütünlüğü bozulmasın diye Türkçe'ye çevirmedim...ya da çeviremedim...ne bileyim işte...

-All that i know most surely about morality and obligations, i owe to football
Albert Camus

-You teach me baseball and I'll teach you relativity...No we must not You will learn about relativity faster than I learn baseball.
-Albert Einstein

-I'm tired of hearing about money, money, money, money, money. I just want to play the game, drink Pepsi, wear Reebok.
Shaquille O'Neal

-If the Bible has taught us nothing else, and it hasn't, it's that girls should stick to girls' sports, such as hot oil wrestling, foxy boxing, and such and such."
Homer Simpson

-Playing polo is like trying to play golf during an earthquake.
Sylvester Stallone

-In football everything is complicated by the presence of the opposite team"
Jean-Paul Sartre

-Football is all very well a good game for rough girls, but not for delicate boys.
Oscar Wilde

-Golf is a good walk spoiled
Mark Twain

-"I failed to make the chess team because of my height."
Woody Allen.

-Running is the greatest metaphor for life, because you get out of it what you put into it.
Oprah Winfrey

-Of course I have played outdoor games. I once played dominoes in an open air cafe in Paris."
Oscar Wilde.

-If all the year were playing holidays, to sport would be as tedious as to work.
William Shakespeare

-Let me just leave you with this thought. You love the Sox, but have they ever loved you back?"
Drew Barrymore, (Fever Pitch)

-"I don't need a man. I'm perfectly happy being alone."
-"Well, you'll have plenty of time to be alone once you're in a relationship - that's what football's for."
Caroline and Annie, (Caroline in the City)

-Love this game, I love this sport, I love this league. Why don't I get my own team? (English Premiership football club)
Roman Abramovich


- Reporter: Gordon, can we have a quick word please?
-Strachan: Velocity.
Former Scottish football player Gordon Strachan, after a match…

-Sport is a preserver of health.
Hippocrates

-Baseball has the great advantage over cricket of being sooner ended.
George Bernard Shaw

-Golf is a game whose aim is to hit a very small ball into a even smaller hole, with weapons singularly ill-designed for the purpose."
Winston Churchill

-Float like a butterfly, sting like a bee. Your hands can’t hit what your eyes can’t see, rumble young man, rumble!
Muhammad Ali

-If practice makes perfect, and no one is perfect, why practice?"
Derek P.

-I think my favorite sport in the Olympics is the one in which you make your way through the snow, you stop, you shoot a gun, and then you continue on. In most of the world, it is known as the biathlon, except in New York City, where it is known as winter.
Michael Ventre, L.A. Daily News


-Sometimes you have to score…..
Thierry Henry, after a loss….

-Some people think football is a matter of life and death. I assure you, it's much more serious than that.
Bill Shankly (former Liverpool manager)

-There is no "I" in TEAM."
Unknown

-Everything is something happened….
Fatih Terim

Mehmet Sucu 24 Ayar Altın


Bürodan iyi bir haber geçmişse telefondaki sesi çok güzel ve kısık bir müzik gibi gelirdi:
“Balbay, bu çok güzel iş be...”
İşi gücü işti. Onun için, haber de bir işti.
O gün işler kesatsa, büyütülecek haber yoksa, sesi aynı tonda, ama donuk gelirdi:
“Balbay bugün manşet yok ya... N’apıcaz?”
Ölümün elimizden usul usul çekip aldığı Sevgili Yazıişleri Müdürümüz Mehmet Sucu, deyim yerindeyse 24 ayar altın gibiydi. Gazeteciliğin içine hiç ama hiçbir şey katmadı.
Katıksız bir gazeteciydi.
Habere katkı yapmayı çok severdi. “Balbaycığım bu habere şöyle bir kutu yapsak” sözü kulağımda fısıldayıp duruyor.
O günkü gazetenin birinci sayfasını nasıl yapacağını anlatırken bir ressamın tabloda boyaları nasıl kullanacağını söyleyişi gibi sanatçı bir duruş takınırdı:
“Manşet altı sütun olacak... Sağdan iki sütun anonslar var... Eteğe çok güzel bir fotoğraf geldi...”
Mehmet Sucu gazetede yok mu; demek ki mahkemedeydi. Sorumlu yazıişleri müdürlüğünü de üstlendiği dönemde, haberlerle ilgili dava açıldığında sorumlu olarak ifade vermeye giderdi.
***
Hastalığı amansız ve zamansızdı...
Tedavisi başladıktan sonra ilk karşılaştığımızda, o benden daha sakindi. Yüzünde basit bir sivilce çıkmış da onu kurutmaya çalışıyormuş gibi anlattı tedavi sürecini. Olasılıkları da aynı sıradanlıkla döküverdi. Ama içinde ölüm yoktu, yaşam vardı.
Sonuna kadar direndi.
Bütün şansları zorladı.
Ankara’ya da geldi. Hacettepe Üniversitesi’nden bir hocaya görünmek istemişti. Yine sıradan bir randevuya gelir gibi uğradı gazeteye. Yeni bir tedavi yöntemi varmış, onun durumuna uygun mu onu saptayacaklardı.
Kaç kez tıbbi müdahale yapıldı bilmiyorum. Birkaçından sonra konuştuğumuzda, ölümle randevuyu sanki sonsuzluğa ötelemiş olmanın rahatlığında anlatıyordu her şeyi. Çok da uzatmıyor, hemen sonrasında “işe” geçiyordu.
Onca işin arasında iletişim dünyasını da çok yakından izliyordu. Gazetedeki sütununda gelişmeleri, edinimlerini paylaşıyordu.
Hastalığı ilerledikçe onun yaşam sevinci de ilerliyordu. Ayda bir İstanbul’a toplantı için gelişimde, mutlaka gazetenin bir yerinde karşılaşıyorduk. Yazıişleri... İbrahim Yıldız’ın odası... İlhan Selçuk’un odasına giden koridor...
Böylesine ciddi bir hastalıkla karşılaşır da, insan duruşunu nasıl olur da bir milim değiştirmez.
***
Sevgili Sucu,
Aylardır senden ayrıyız. Şimdi iyice kalıcılaştırdık ayrılığı...
Aşk olsun!..
Sana son görevimi yerine getiremedim.
Hoş gör!..
Pazar günü gazetenin önüne iki elim kanda olsa gelirdim.
Var say...
Seni anlatmak için onca tanım geldi aklıma. 24 ayar tanımını seçtim. Biliyorsun altının en katıksız hali 24 ayardır. Ama piyasada satılmaz.
Sen de öyleydin.
Yazdığın kitaplar da piyasaya uygun değildi. Salt gazetecilikle, toplumun haber alma hakkıyla ilgiliydi. Onları tanıtmaya da girişmedin. Oysa yazıişleri müdürü yetkinle istediğin gibi yapabilirdin bunu. Örneğin “Halk Bunu Bilmesin” kitabın nasıl da güncel..
Ahh Sucu...
Şimdi “oralar nasıl” diye sorsam, sen üste çıkıp sorarsın; “Manşet var mı” diye...
Ayakta öldün...
Işıklar içinde yat...
Haberlerin, başlıkların, spotların, sayfa maketlerinin, tüm katıksız gazetecilerin, Cumhuriyet ailesinin ve okurların başı sağ olsun...


Mustafa Balbay.

"Irish'a teşekkürler..."

4 Kasım 2009 Çarşamba

Milgram Experiment

İş hayatında tam anlamıyla dürüst olmak ne kadar mümkün? Amirlerin talepleri doğrultusunda, hiç inanmadığınız bir şeyi kaç defa yapmak zorunda kaldınız?

Çoğumuz iş hayatının içindeyiz. Özellikle benim gibi satış sektörü gibi acımasız bir yerinden tırmalıyorsanız benzer sıkıntıları yaşıyorsunuzdur.

Peki bu yaptıklarımız için kendimizi ne kadar suçlamalıyız. İnsan yüksek baskı ve motivasyonla yönetildiğinde, hiç tasvip etmediği şeyleri dahi düşünmeden yapabilir mi?

İşte bu konuyu bizden çok önceleri Stanley Milgram adlı bilim adamı (psikolog) ağabeyimiz düşünmüş. Düşünmesine sebep o zamanki Nazi savaş suçlularının bütün o vahşeti emir altında işlemek zorunda kaldıklarını ve suçsuz olduklarını iddia etmeleriymiş.

Bakınız Wikipedia ‘da bu deneyin konusu nasıl açıklanıyor:

Milgram deneyi, insanların erk (otorite) sahibi bir kişi veya kurumun isteklerine, kendi vicdani değerleriyle çelişmesine rağmen itaat etmeye ne ölçüde istekli olduklarını ölçme amacını güden bir deneyler dizisinin genel adıdır.

Bu sıkıcı tariften sonra konuya giriş yapalım:

Sene 1961, esas oğlan Milgram aşağıdaki ilanla deneyi için gönüllü arıyor


Deneyin nasıl gerçekleştirildiği aşağıdaki gibi anlatılıyor:

Yale'deki çalışma için denekler gazete ilanları ve posta yoluyla bulundu. Deneyler üniversitenin eski yerleşkesinde, Linsly-Chittenden binasının bodrumundaki iki odada gerçekleştirildi. Deneyin tanıtımında deneyin bir saat sürdüğü ve katılanlara deneyi tamamlamasalar bile 4,50$ ödeneceği bildirildi. Katılımcılar 20 ve 50 yaşları arasında, ilkokul terklerden doktora mezunlarına kadar her türlü öğretim geçmişine sahip erkeklerden oluşuyordu.

Deney gözlemcisi rolünü bir teknisyen önlüğü giyen sert, hissiz görünümlü bir biyoloji öğretmeni oynuyordu. Kurban rolünü de bu rol için eğitilmiş, İrlandalı-Amerikan bir muhasebeci üstlenmişti. Kurban ile deney gözlemcisi aslında işbirlikçi olmalarına karşın bu gerçek katılımcıdan gizleniyor ve kurban, katılımcıya kendisi gibi gönüllü olarak katılmış başka bir denek olarak tanıtılıyordu, dolayısıyla katılımcının gözünde deney, deney gözlemcisi ve iki denekten oluşuyordu. Deney gözlemcisi, iki deneğe "öğrenmede cezanın etkisi" hakkında bir deneye katıldıklarını, birisinin "öğretmen" diğerinin de "öğrenci" rolünü üstlenecekleri bilgisini veriyordu.

Sonra, iki deneğe birer yaprak kâğıt veriliyordu. Katılımcının, bu kâğıtlardan birinde "öğretmen" ve diğerinde de "öğrenci" yazdığına ve kâğıtların rastgele verildiğine inanması sağlanıyordu. Gerçekte ise her iki kâğıtta da "öğretmen" yazıyordu ve işbirlikçi denek kendi kağıdında "öğrenci" yazıyormuş gibi rol yapıyordu; böylece katılımcının hep "öğretmen" olması sağlanıyordu. Bu noktada "öğretmen" ve "öğrenci" birbirini duyabilecek ancak göremeyecek şekilde ayrı odalara alınıyordu. Deneyin sürümlerinden biri, işbirlikçi deneğin gerçek deneğe bir kalp rahatsızlığı olduğunu söylemesi gibi ek bir özellik taşıyordu.
Deneyden önce "öğretmen"e 45 voltluk bir elektrik şoku uygulanarak "öğrenci"ye uygulayacağını sandığı şokun neye benzediği hakkında bir fikir verilmiş oluyordu. "Öğretmen"e daha sonra "öğrenci"ye öğretmesi amacıyla sözcük çiftlerinden oluşan bir liste veriliyor, öğretmen de bu listeyi önce öğrenciye bir kere okuyarak işe başlıyordu. Ardından öğretmen listeyi oluşturan sözcük çiftlerinin ilk sözcüklerini teker teker okuyor, okuduğu her sözcük için öğrenciye dört adet seçenek sunuyor, öğrenci de bu seçenekler arasından doğru olduğunu düşündüğü cevabı bildirmek için bir cevap düğmesine basıyordu. Verdiği cevap yanlış ise, her yanlış cevap sonucu giderek artan elektrik şoklarına maruz kalıyordu. Cevap doğru ise öğretmen sonraki sözcük çiftine geçiyordu.

Denekler, öğrencinin verdiği her yanlış yanıta karşılık onun gerçek şoklara maruz kaldığını sanıyorlardı. Gerçekte ise şok uygulanmıyordu. İşbirlikçi denek gerçek denekten ayrıldığı zaman, geçtiği odada eloktroşok makinesine bütünleştirilmiş bir ses kayıt cihazını çalıştırıyordu, bu cihaz da her şok seviyesine karşılık önceden kaydedilmiş bir çığlık sesini çalıyordu. Voltajın birkaç defa artırılmasından sonra aktör, kendisini yan odadaki denekten ayıran duvarı yumruklamaya başlıyordu. Birkaç defa yumrukladıktan ve kalp rahatsızlığını hatırlattıktan sonra ise artık sorulara cevap vermemeye ve şikayette bulunmamaya başlıyordu.

Bu noktada pek çok denek, öğrencinin ne halde olduğunu öğrenmek için deneyi durdurmak istediklerini ifade ediyordu. Kimi denekler 135 voltta durup deneyin amacını sorgulamaya başlıyordu. Bunların çoğu sonuçlardan sorumlu tutulmayacaklarına dair güvence aldıktan sonra devam ediyordu. Birkaç denek, öğrenciden gelen acı dolu çığlıkları duyduklarında sinirli biçimde gülmeye başlıyor veya aşırı stres içinde olduklarını gösteren başka davranışlarda bulunuyordu.

Denek herhangi bir noktada deneyi durdurma isteğini ifade ettiği zaman kendisine aşağıdaki sırayı takip eden sözlü uyarılarda bulunuluyordu:



1)Lütfen devam edin.
2)Deney için devam etmeniz gerekiyor.
3)Devam etmeniz kesinlikle çok önemli.
4)Başka seçeneğiniz yok, devam etmek "zorundasınız".



Denek bu dört uyarıdan sonra bile hala durmak istediğini ifade ederse deney durduruluyordu. Tersi durumda ise deney ancak denek en yüksek şok olan 450 voltu 3 kere ard arda uyguladıktan sonra durduruluyordu.

Deneyin şematik gösterimi :


Deneyin sonuçları ise aşağıdaki gibi idi:

Milgram, deney gerçekleştirilmeden önce Yale üniversitesinin 14 psikoloji yüksek lisans öğrencisiyle sonuçların ne olacağına yönelik bir anket yaptı. Katılımcıların tümü, sadece birkaç sadist eğilimli deneğin (%1,2) en yüksek voltajı uygulayacağını düşünüyordu. Milgram ayrıca meslektaşları arasında da sözlü bir anket yaparak onların da sadece birkaç deneğin çok kuvvetli şok uygulayacağını düşündüklerini gördü.

Milgram'ın ilk deney dizisinde öndeneklerin %65'inin (40 denekten 26'sının) deneydeki en yüksek gerilim olan 450 voltu, her ne kadar epey huzursuzluk hissetmiş olsalar da, uyguladıkları görüldü. Hepsi deneyin bir noktasında durup deneyi sorgulamış, hatta bazıları kendilerine ödenen parayı geri vereceklerini söylemişlerdi. Katılımcılardan hiçbiri 300 volt seviyesinden önce şok uygulamaktan tereddütsüzce vazgeçmedi. Deneyin çeşitlemeleri daha sonra Milgram'ın kendisi tarafından ve dünya genelinde farklı psikologlarca gerçekleştirildi; sonuçlar birbirine yakındı. Bu çeşitlemelerle deneyin özgün sonuçlarının onaylanmasına ek olarak deney düzeneğindeki değişkenlerin etkileri de ölçülmüş oldu.


Milgram ulaştığı sonuçları açıklayan iki ana kuram geliştirdi.
a)Karar verme konusunda, özellikle bir kriz ortamında karar verme konusunda hiçbir deneyimi veya yeteneği olmayan bir denek, kararı gruba ve gruptaki hiyerarşiye bırakır. Grup bir davranışsal model oluşturur.

b)İkincisi ise Araçlaşma Kuramı'dır. Milgram'a göre, "itaatin özü, bir insanın kendisini başka bir insanın isteklerini gerçekleştiren bir araç olarak görmesi, böylece kendi davranışlarından kendisini sorumlu hissetmemesidir. Kişinin bakış açısındaki bu kritik kayma gerçekleştiği zaman, itaatin tüm öznitelikleri bunu izler. Bu temel olarak askersel açıdan otoriteye saygının temelidir; askerler üstlerinin emirlerini ve komutlarını, sorumluluğun subaylarda olduğunu bilerek yerine getirirler.

Buraya kadarlara bir bakarak sevgili dostlarım, Milgram’a göre bu iş hayatı sorgulamaları, vicdan muhasebeleri gereksizdir. Kendinizi bu rüzgara bırakın, ve salla başını al maaşını ana prensibiniz olsun.

Anlaşıldı mı…? O zaman dağılın….

Kaynak: Wikipedia

2 Kasım 2009 Pazartesi

Hakkımda Yapılan Ukalaklılara Cevaben...

İlk olarak çok gezenti bir insan değilimdir. Bununla beraber özellikle Orta ve Doğu Avrupa’nın; birbirininden farkı olmayan ve aynı sıkıcılıktaki gri şehirlerini gezelim görelim tadındaki ziyaretler için yeterli bulmuyorum.

Evet ne yazık ki; bir tane boktan katedral ve önünde Facebook luk foto çektirilable şehir meydanı, restoranlarda kötü servis, güzel olduğu efsane gibi anlatılan ama domuz bakışları sebebiyle zat-ı alime anlam ifade etmeyen bayanlar, kötü oteller, leş yemekler vs….. yanına sevdiğim bir şeyi koymadan o kadar para harcamaya değer şeyler değil benim için. Allaha şükür açık hava cafe tribini de ülke olarak bayağı bir sindirdik. Ee geriye ne kaldı….

Bir kere işin içine bir organizasyon katmak kültüre vakıf olmak için birebirdir. Bu festival olur, karnaval olur, konser olur, maç olur…İyi kötü karşılıklı iletişim için güzel bahanelerdir bunlar. Aksi takdirde katılırsın bir tura; ilk gün şehirde sightseeing, akşam “bilmem ne gecesi” adı altında boktan bir yemek ve dans organizasyonu, parası karşılığı sümüğünü atmayacağın mekanlara özel turlar. Seni bir güzel söğüşlerler, ama döndüğünde eşe dosta hava atmak için sabırsızlandığın için çaktırmazsın.

Evet,

Bana “Maç olmasa yurtdışına çıkmayacaksın/tatile gitmeyeceksin, ne kıro adamsın” demek suretiyle laf sokan/aşağılayan değerli arkadaşlarım.

Afrika’ya, Rio Festivaline, Katmandu’ya gitme fırsatımız olsa maçına falan bakmadan gideriz tabi ki. En azından 2 kültür öğrenir, sefil hayatımıza anlam katarız. Ama emin olun oralarda da parçası olacak bir şeyler bulur, hadisenin hakkını veririz.

Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan, eğlence anlayışlarını tam kapitalizmin istediği üzere : “çok para harcayayım, ama bütün sorumluluklarım taca çıksın” mantığı üzerine kuran, hayatta iki kelimeyi bir araya getirecek zekâya sahip olmamasına rağmen hakkımda sosyal analizler yapma cüretini gösteren dostlar,


Merak etmeyin…az kaldı….