28 Aralık 2010 Salı

Al Benzinini HES'tir Git...

Alışveriş merkezleri, her ne kadar hiçbirimiz hakkında sitayişle bahsetmesek de, hayatımızın bir parçası oldu. Bu merkezlerin otoparkına girerken arabalara yapılan gayri medeni aramaların ne kadar sinir bozucu olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Peki ne arıyor o kraldan çok kralcı geçinen güvenlik görevlileri arabalarda? Sadece bagaja ve ayna ile arabanın altına bakmanın ne gibi bir güvenlik prosedürü ile alakası var?

Artık çoğumuzun bildiği üzere, arabalarda bakılan şey takılı bir gaz sisteminin olup olmaması, yoksa  bir teroristin komidine saklayabileceği ve İstanbul’un yarısını havaya uçurmaya yetecek C-4 kimsenin umurunda değil.

Değil ki bakmıyorlar…

Hatırlayan varsa söylesin, en son ne zaman gazlı bir arabanın patlayıp, umuma açık bir mekana maddi manevi zarar verdiğini duyduk? Oysaki ben, sıkça yanan benzin istasyonları ile ilgili haberleri okuduğumu hatırlıyorum.

Ya da böyle vakalar varsa bile, bu benzinli arabaların çıkardığı sorunlardan fazla mıdır?

Soruyu başka şekilde soralım, yıllardır gazlı sisteme geçişlerin otomobillere ne kadar zarar verdiği söylenir durur, kaç tane gaz kullandığı için katastrofik olaylarla karşılaşmış sürücü ile tanıştınız?

Bugün Hyundai gibi birkaç markanın tamamen fabrika garantisiyle ürettiği gazlı modeller var. Ama bu araçları, gerek vergilendirme adaletsizliği gerekse toplumdaki “gazlı araç sahibi insan ucuzcudur, magandadır” önyargısı yüzünden piyasaya sürmekten imtina ediyorlar.

Düşünsenize sizi alışveriş merkezlerine bile almıyorlar!

Aynı şekilde Japon Üretici Firmaların yurtdışında gayet güzel sattıkları hibrid arabaların, sadece yüksek vergiler nedeniyle Türkiye’de piyasaya süremediği bilinen bir gerçek. Hatta ilgili bakanın, bu politikanın bilinçli yapıldığını, zira devletin benzinden çok fazla vergi aldığını ve bundan vazgeçemeyeceklerini açıkça söylediği dahi iddia ediliyor.

Bu otomobildeki yakıt sistemleri konusuna tekrar dönmek üzere ara verelim ve diğer konumuza geçelim.

HES (Hidroelektrik Santral) mevzusu bir süredir gündemi meşgul etmekte. Muhtemelen bu konuda basında çıkan haberleri okuduğunuzda çok fazla sinirleniyorsunuz, zira katledilen doğa, ölen hayvanlar, değişen iklimler mevzu bahis ise, bundan etkilenmemek imkansız.

Ben, bu santrallerin inşasına mal tedarik eden bir sektörde çalışıyorum. Bu güne kadar on kadar HES Projesine mal sattım, dört tane projenin de şantiyesini bizzat görme fırsatım oldu. Bugün hali hazırda üç tane işleyen santralde emek ve tecrübem var.

Bu konuya girmemin sebebi bugün yaşadıklarım. Sektördeki en büyük rakiplerimizden birinin Genel Merkezinin önünde yaklaşık on beş gündür şiddetli eylemler gerçekleşiyor. İki Firmanın arasında yaklaşık 100 metre olduğundan dolayı ben de bu eylemcileri her gün gözlemliyorum. Rakibimizin, lisansı kendisine ait olan ve Loç Vadisine kurmayı düşündüğü santrali ellerindeki dövizlerle protesto ediyorlar. Büyük çoğunluğu kadın olan bu güruh, genciyle yaşlısıyla yılmaz bir şekilde, rakibimizi cadde ortasında kalaylıyor.

Birkaç defa bu aktivistlerle konuşma fırsatım oldu. Tabi ki tamamen yoldan geçen bir bankacıymış gibi davranarak. Konu hakkında fikri olmayan vatandaş misali bilgi almaya çalıştım. Bu iyi niyetinden şüphe duymadığım arkadaşlarla ilgili olarak gördüğüm şuydu.

1) HES’in ne demek olduğunu tam olarak bilmiyorlar

2) Bir HES inşaatının nasıl yapıldığı hakkında en ufak fikirleri yok.

Birilerinin yönlendirmesi ile doğru olduğuna inandıkları şeyi büyük bir fedakarlıkla uygulamaktalar. Aynen zamanında Bergama’daki halk gibi…Hani yıllar sonra yurtdışındaki altın baronlarının kışkırtması ve nemalamasıyla o eylemleri yaptıkları ortaya çıkan halk…

Son yıllarda çıkan bütün büyük savaşların temelinde de, Türkiye’nin boynunda duran kılıcın üzerinde de enerji problemi olduğu gün gibi açık iken, en az bedel ödenecek çözüm yöntemlerinin uygulanması kaçınılmazdır. Hiçbir kimyasal atığı olmayan, tamamen doğal yollarla elektrik üreten, sanayi olarak fakir bölgelerde istihdam yaratan, asla basında abartıldığı kadar yeşil katliamı yapmayan bu projeler Türkiye’nin geleceğidir.

Besmele çeker gibi doğaya karşı sorumluluklarını andığımız İskandinav Ülkeleri, baştan aşağıya HES projeleriyle doludur.

Tabi ki derelerden toplama havuzlarına alınan miktar, kuyruk suyu aşamasına kadar hattaki debiyi azaltmakta. Bu da ödenmesi gereken bir bedeldir. Çünkü ülkenin bu problemi bedel ödenmeden çözülmez! Kaldı ki ciddi yatırımcılar özel uygulamalarla ekolojiye yaptıkları etkiyi minimuma indirmeye çalışmaktadırlar.

Bakınız başka büyük bir yatırımcı, ki aktivistler tarafından ciddi şekilde protesto edilmektedir, Aksu Vadisine kurduğu santral için yaptığı çalışmaları nasıl özetliyor:

• Yatırım sürecinde Hacettepe ve Erzurum Atatürk Üniversiteleri gibi akademik kurumlarla işbirliği yaptık, sivil toplum örgütlerinden görüş aldık.


• Bölgedeki yaban hayatının çalışmalardan etkilenmemesi, yaban hayvanlarının dere havzasına daha rahat inebilmeleri için özel yollar yaptık.


• İnşaat molozlarından ötürü öldüğü iddia edilen balık örnekleri, Tarım Bakanlığı’na bağlı veterinerler tarafından incelendi ve söz konusu havzada daha önce de görülen bakteriyolojik bir hastalık nedeniyle öldükleri tespit edildi ve raporlandı.


• Çevre Bakanlığı’na verdiğimiz taahhüt doğrultusunda balıkların korunması ve göç edebilmesi için özel balık merdivenleri kurduk.


• Aksu nehrindeki hayatın devam edebilmesi için gerekli olan ‘can suyu’ oranını Çevre Bakanlığı’na verdiğimiz taahhüt gereği aylara göre değişen oranda, % 10 – 30 arası suyu akarsu yatağına bırakacağız.


• Proje kapsamında kayıtlı olan 246 adet ağacın kesimine karşılık, Orman Bakanlığı’na 86 bin ağacın dikilmesi için gerekli olan fonun ödemesini gerçekleştirdik.


• Projenin başlangıcında köy yollarını ve ev duvarlarını güçlendirici ve düzenleyici uygulamalar yaptık.


• Vadinin içinde yapılmakta olan enerji nakil hattı yüksek değil, orta gerilim hattıdır. Bu hatların şartnamelere uygunluğu ve sağlığa zararlı olmadığı yasal olarak teyit edildi. Hattın çok küçük bir bölümünde güzergah planını köy halkının mutabakatını alarak yerleşim bölgesinin en yakın 40-50 metre uzağında konumlandırdık. İddia edilen 154 kV’lik yüksek gerilim hattını vadinin dışında yerleşim bölgesinden çok uzaktan geçecek şekilde planladık.

Büyük çoğunluğu Türk Müteşebbislerden oluşan yatırımcılara, Rahmetli Uğur Mumcu’ya atıfta bulunurcasına saldırmak acımasızcadır. Tabi ki burası Türkiye ve yapılan her iş suiistimal edilmeye müsait. Her projenin çevre bilinciyle takip edilmesi ve bir hataya karşı bütün kamuoyunun uyarılması bütün vatandaşların asli görevidir. Ama konuyu “HES’lere karşıyız !” sloganına indirgemek, Vatan Kurtaran Şaban ahmaklığının bir adım ötesi değildir. Bununla beraber konuyu rasyonel olarak düşünebilen bilim adamları da mevcut, son günlerde birkaç tanesini radyo programlarında dinleme fırsatım oldu. Kendileri; HES’lere karşı olmadıklarını, ama bazı projelerin verim ve doğaya tahribat açısından iptal edilmesi gerektiğini söyledi. Bu konuda haklılar, gerçekten sadece birilerine peşkeş çekilsin diye lisans verilmiş bazı projelerin ivedilikle iptali gereklidir. Bu konunun başka bir boyutudur. Eğer eylemciler meseleye bu açıdan yaklaşsalar emin olun ki bu memlekete daha fazla yararları dokunacak.

Son benzin zamlarından sonra durmadan tanıdıklarımdan protesto mailleri alıyorum. Konular “Geçen sefer protesto edemedik bu sefer şöyle yapacağız” minvalinde. Yapamazsınız, yaptırmazlar, zira sizin bu eylemleriniz petrol baronu medya kuruluşlarında yarım ağızla yer bulur, arkanızda sizi organize edecek doğalgaz tekelcileri de olmaz. Üç gün sonra unutur hayatınıza devam edersiniz, sonra Türk Halkının koyunluğundan şikayet eder akabinde de AKP veya CHP’ye oy verirsiniz.

Bu ülkede elektrik kaynaklarını çoğaltmaya ve faturaları düşürmeye yarayacak her hareketin önüne set çekerler ki hibrid arabalar bu vergi adaletsizliğine rağmen tercih edilir olmasın, “adama bak Ferrari’sine gaz taktırmış, rezil etti bizi dünyaya eki eki” haberleri yaparlar ki herkes tıpış tıpış benzinli araba alsın.

Bana benzin protestosu ile ilgili mail atan sevgili kardeşlerim!

Önce o gazlı arabalar neden giremiyor alışveriş merkezlerine onu halledelim, bir bakmışsınız her şey değişmeye başlayacak. Çünkü size komik gelse de, şu an benzin zamlarıyla ilgili yapacağımız en etkili eylem bu olacaktır.

Doğalgaz faturalarından şikayetçi sevgili emekçiler!

Ülkenin kendi enerjisini nasıl üretebileceği üzerine kafa yoralım. Bu coğrafyayı; doğalgaz adaletsizliğine veya son çare olarak nükleer santrale muhtaç etmeyelim.

Ya da siz bana bu mailleri atmayın...Ezber bozmayan esintilere karnım tok çünkü.

20 Aralık 2010 Pazartesi

Biz Hayatta En Çok Babamızı Sevdik...

İki yakın dostun yaşadıklarının benzerlikler gösterdiği sıkça karşılaşılan bir durum. Şüphesiz kendimize yakın karakterdeki insanı kardeş belliyoruz. Hayata bakış açısı bu kadar benzeşince, yaşanılan sıkıntılar da çok farklılık göstermiyor.

Kadim dostumla son günlerde yaşadıklarımız, yukarıda anlattığım benzerliğin biraz ötesine geçti.

İkimizin de babasının aynı anda hastaneye kaldırılması gibi acı bir tesadüf yaşadık.

Yirmi yıl öncesinde, acaba babalarımızdan nasıl izin alırız da hafta sonu okul gezisine gidebiliriz diye kafa patlatan veletler, bugün İstanbul’un iki ayrı ucundaki hastanelerde babalarının başında bekliyor.

Yaşıtlarımın birçoğu, kedinin kıçını görüp yara sanması misali, etrafındaki yeni yetmeleri eleştirip, artık yaşlandıklarını söyleyip duruyorlar. Zamanında bu muhabbetler ile çok dalga geçtim blogda, hala da bu tarz mevzular yapan insanların şımarık olduğunu düşünürüm. Fakat ben ve can kardeşim için, artık biraz daha manevi sorumluluk alma zamanı geldi sanırım.

Değerini anlamak ve ne kadar önemsiz olduğunu fark etmek…Şu aralar algımız, bu iki yafta arasında seçim yapmakla meşgul.

Bu çemberin içinde kalanlarla devam edecek hayat…Sebebini açıklama ihtiyacı hissetmeden...

13 Aralık 2010 Pazartesi

Blog Var Dediler, Geldik....

• Uzun zamandır Fenerbahçe hakkında yazmıyorum. Söyleyecek çok şeyim var, ama kaleme dökmek işime gelmiyor. 2006 da Denizli’de de tribündeydim, geçen seneki malum Trabzon Maçında da. İki olay da benden çok şey aldı götürdü. Dünkü maça baktığımda skora üzülmeyi hakkıyla beceremediğimi fark ettim. Bu başkana, bu taraftara ziyadesiyle yakışır çünkü. Bugün 3 büyüklerin hali, 80 sonrası Türkiye’sini tarif etmektedir. Devletle iş yaparak zenginleşen kalitesiz para babalarının, iktidarlarını devam ettirmeleri için her yolu mubah sayma zihniyetinin bir devamıdır yaşadıklarımız. Yolda görsen selam vermeyeceğin magandaları, sırf parası var diye, canımız kadar sevdiğimiz takımlarımızın başına geçirip adam bildik. Müstahaktır bize. Hatta daha da ileriye gidiyorum ve sevgilisi tarafından terk edilen çapsız kızların, Facebook profillerine eklediği Sıla Şarkısının sözleriyle bitiriyorum: “3 kuruşluk adamları musallat ettik ömrümüze, ondandır böyle dibe vuruşumuz” Yerse! :)


• Geçen hafta Av Mevsimine gittim. Filmi teknik olarak eleştirecek bilgim yok, ama anladığımızı yazmaktan da imtina etmem. Kötü ve sıradan bir senaryo, Cem Yılmaz dışında fecaat bir oyunculuk, çizgi film karakterler (Yahu çatışma esnasında çalan telefonu açıp, kız arkla konuşmak nedir!), filmin hikâyesinin çok rahat tahmin edilebiliyor olması, Battal’ın trajikomik Adana Aksanı, Şener Şen’in skandal oyunculuğu…Yazarsın da yazarsın…Şener Şen filmden önce uzun yıllardır böyle bir senaryoyu bekliyordum deyince biz de gaza gelip gittik. Bu mudur yani! Kendini yenileyememenin zavallılığı… Bunlar hala Türkiye Gençliğini, kendileri gibi, 90 öncesinde kalmış zannediyorlar sanırım. Yeni nesil CSI, Cold Case izleyerek büyüyor efendiler. Yer mi sizin bu hayal kahramanı karakterlerinizi. Bari herkesin yere göre sığdıramadı Türk Dizileri gibi yapsaydınız. Çalsaydınız yani…En azından tutarlı konusu olan bir polisiye izlerdik.…Şener Şen bana 2,5 saat borçlusun…


• Türkiye’de herkes konuşmaya başladı. PKK’lısı da, şeriatçısı da, liberali de, Kemalist’i de, Atatürk Düşmanı da medyada gayet güzel yer bulabiliyor. Bir tek grup için bir şey değişmemiş durumda: Devrimciler. Hala; konuşamıyorlar, dertlerini anlatamıyorlar hatta medya suratlarına bile bakmıyor. İki tarafın da işine geliyor bu. Çünkü konuşacakları zaman Kemalizim adı altında uygulanan faşizmden ya da AKP’nin nasıl memleketi USA’ya peşkeş çektiğinden bahsedeceklerini biliyorlar. Çünkü devrimciler egemen güçlerin nefret ettiği bir şeye inanıyor, tam bağımsızlık. İşlerine gelen, onların sesini kısıp, halkın gözündeki bölücü ve anarşist olduklarına dair önyargıların devamını sağlamak. Deniz Gezmiş’in mahkeme savunmasında yaptığı efsane konuşmayı her gün bu milletin gözüne sokmayan medya eksiktir, satılmıştır. İşte bu ahval ve şerait içinde yapılabilecek tek eylem de yumurta atmaktır. O yüzden yumurta güzeldir, candır. Bir şeyler değişene kadar!

• Bir sabah uyansam ve 2 tip insan hayatımdan silinse. –de ve –ki eklerini yazmayı bilmeyenler ve yalnızlık, aşk, güçlü olmak kısır döngüsünde, sanat eseri yarattığını zanneden çapsız internet şairleri. Herkes şiir yazmasın, hele aşk şiiri hiç yazmasın.

• Onu bunu bırakın da, An Mevsimi’ndeki kötü karakterin aracındaki FB plakası neden seyircinin gözüne sokuldu. Tamam, camiada zengin avam popülâsyonu fazladır kabul ettik. Fakat bu yapılan abesle iştigaldir. Ayrıca öyle yüksek yapan üniversite mezunu tıfıl çocuğu cinayet masasına vermezler Yavuz Turgul Efendi.

• Bu çocuk, ay sonunda Fazıl Say prömiyerine gider. Dünyanın durduğu ve salondaki o kalabalığın içinde kendinle baş başa kalabildiğin bir ziyafet. BİFO konserleri beyindeki cerahati temizlemek için birebir. E bu kadar da şirket reklamı yapalım artık.

• Kenan Evren yargılanacaktı, ne oldu o iş?


• start wearing purple wearing purple

  start wearing purple for me now

  all your sanity and wits they will all vanish

  i promise, it's just a matter of time...

10 Aralık 2010 Cuma

Suat (V)

Sabahın ilk saatlerinde bir mezarlıkta sabahlamak…Bir de hava -5 dereceyse!

Dışarıdan bakıldığında delilik gibi dursa da, ateş başında ısınmaya çalışan, yaş ortalaması on yediyi geçmeyen topluluk, halinden memnun gibiydi. İstanbul’un çeşitli semtlerinden gelmiş bu gözü kara gençler, yıllardır bir efsane gibi anlatılan eski hikâyelere benzer bir deneyimin parçası olmak için sabırsızlanıyordu. Bazıları; vücutlarına soğuğa karşı korunmak için sardıkları muşambalarla, kaşkollarını başlarına yastık olacak şekilde katlamışlar ve çalı çırpıdan yaptıkları yataklarında, tipi eşliğinde yıldızsız gökyüzünü seyrediyordu. İçtikleri otla çoğunun zihni yarı bulanıktı.

Aynı saatlerde İstanbul polis telsizlerinden akşamki maçın iptal olduğu haberi geçmişti. O gün maça gitmeye niyetlenmiş kişiler, sabahın erken saatlerinde medyanın duyurduğu bu haberle planlarını iptal etmişlerdi. Görüş alanının sınırlı olduğu bu çetin günde, böyle bir organizasyonun yapılabilmesi mümkün olmayacaktı.

-Bu iyi oldu. Polis dağılacaktır.

Turgut; haberi el radyosundan almıştı ve bu tehirden doğan memnuniyetini mezarlıktaki grupla paylaştı. Hemen karşı tarafla telefon görüşmeleri yapıldı ve mevcut planda bir değişiklik olmayacağı hususunda mutabık kalındı. Fiko, Noel baba edasıyla taşıdığı büyük çuvalın içinden çıkardığı emanetleri gruba dağıtıyordu. Herkes istihkakına düşeni vücudunun bir yerlerine zulalıyor, Fiko’nun motive edici konuşmalarıyla yarı bulanık zihinlerini şartlandırıyordu.

Bu hareketlenmeyi uzakta bir mezar taşının üzerinde oturarak izleyen Suat, soğuktan takırdayan çenesine hakim olmakta zorlanıyordu. Erman bütün gece yanında durmuş, bir an olsun onu yalnız bırakmamıştı. Artık neden orada olduğunu sorgulamaktan vazgeçmişti, ama son seferki gibi günlerini hastanede geçirmeye de niyetli değildi.

-Erman..

-Efendim?

-Bu akşam gelmemin tek sebebi sizi görmekti, başka bir şey değil.

-Biliyorum, sen olmasaydın ben de burada olmazdım zaten. O günler güzeldi ama sadece eski zamanlarda yaşandığı için…

Konuşmalarını Fiko böldü, çuvalda kalanları göstererek “Ağalar ne fısıldaşıyorsunuz, yüklü müsünüz? Boş gitmeyin!”.

Suat cevap bile vermeyerek kafasını çevirdi. Erman gerek olmadığını söyledi. Turgut çılgınca ortalığı turluyor, herkesle ayrı ayrı konuşuyordu. Sayıları 40-50 kişi kadar olan grup, ağabeylerinin her söylediğini yapacak kıvama gelmişti. Bu grubu en az bu kadar daha kişinin katılması muhtemeldi. Turgut, yoldaki bütün grupçukları ayrı ayrı arayıp talimatlar yağdırıyor, polisin ilgisini çekmemeleri için toplu olarak dolaşmamalarını emrediyordu.

Feriköy Mezarlığı yıllar sonra ilk defa böyle bir hareketlenme yaşıyordu.

Turgut, yola çıkarken Suat’ın yanında durmasını istedi. En önde kol kola girip, Okmeydanı’nın arka sokaklarında buluşma yerine doğru hareketlendiler.

Artık sessiz olma vaktiydi. Turgut bağıra çağıra tezahürat yapan gençleri susturdu. Korkanların, içinde en ufak şüphe olanların, kaçacakların şimdiden ayrılmasını söyledi. Bitişik nizam yürüdüğü Suat’a, onun da bir zamanlar bu çocuklar gibi olduğunu söyledi gülümseyerek.

Suat, sağlam durmasının gerektiğini bilerek Erman ve Turgut’un kollarına daha sıkı sarıldı. Arkadaki kalabalığın, mevzu anında, en ön sıradaki lider grubuna göre hareket edeceğini bilecek kadar çok bulunmuştu bu âlemde. Yıllarca sabahçı tayfasının komutanlığını yapmış olmanın deneyimiyle bulundukları konumdan rahatsızlık duydu. Ara sokaklarla beslenen bir yokuşun başındayken, Turgut’u uyarması gerektiğini düşündü.

-Bence burada duralım, arkadan yolu uzatıp öyle gidelim. Bu yol tehlikeli.

Turgut gençlerin yanında kararlarının sorgulanmasından hiç hoşlanmazdı. Suat’a bu karlı havada yokuşa tezgah açılmayacağını, yokuşu çıkmazlarsa buluşmaya geç kalacaklarını söyledi. Suat, eskiden olsa bu hatanın yapılmaması için sonuna kadar mücadele ederdi ama artık umurunda değildi. Turgut’a danışmadan, herkesin gözünü dört açmasını bağırarak salık verdi. Turgut bu durumdan hiç hoşlanmadı, bu talimatları vermesi gereken kendisiydi ama bir şey söylemedi ve grubu buz tutmuş yokuşa doğru yönlendirdi.

Arkadaki grup paltoların içindeki zincirlere, sallamalara ve bıçaklara doğru elini atmış hazır kıta onları takip ediyordu. Suat 20 kilo fazlasıyla artık bu işlerin adamı olamayacağını yokuşu çıkarken bir kez daha anladı. Soluk soluğa tırmanırken büründükleri sessizlik sağ taraftan duydukları bir bağırışla kesildi. Suat’ın korktuğu başına gelmiş, ara sokaktan yokuş aşağı üzerlerine koşan rakip takım çocuklarının tuzağına yakalanmışlardı. Yedikleri bu baskından yara almadan kurtulmaları imkansızdı.

Fiko gırtlağını patlatırcasına dağılmamalarını ve sağlam durmalarını söylese de, bloktan kopan ufak bir grup yokuş aşağıya kaçmaya başladı. Suat üzerlerine gelen grubu karşılamaya çalışan kalabalığın yarattığı momentumla kendini yerde buldu. Eğer eski zamanlardaki rajon değişmediyse, yerdeki kişiye vurulmaması gerekirdi. Yattığı yerden çatışmayı izledi, kalkmaya niyeti yoktu. Buzların üzerine uzanmak, şu an için bulunduğu ortam için en konforlu hareketti.

Yattığı yerden gencecik çocukların birbirini yaralamasını izliyordu. Kötü durumdaki birkaç çocuğa kalkıp el vermeyi düşündü ama ayağa kalkmayı bile başaracağından emin değildi. Sessizce bu hengâmenin bitmesini beklemekten başka çaresi yoktu.

Tam bunlar olurken Erman’ın birkaç kişi tarafından kötü sıkıştırıldığını gördü. Çocuklar onu ortalarına almış, durmadan vuruyorlardı. Boniek eski günlerdeki gibi yıkılmıyor, aman dilemiyordu. Suat, yıllardır unuttuğu bir hisle dolup taştı. Midesinden gelen bir öfkeyle bağırmaya başladı.

Olduğu yerden kıvrakça doğruldu ve görebildiği ilk kalın zincir parçasını eline aldı. Gözlerini kapatmış ve tek bir hedefe odaklanmıştı.

Beş kişilik kalabalığın içine girip önüne gelene vurmaya başladı. Erman koluna girip “hadi gidelim buradan Suat” diyene kadar her şey bulanıktı onun için. Erman’la uzaklaşırken Turgut’la göz göze geldi. Birbirlerine bir şey söylemek gereği duymadılar. Durumun ikisi içinde anlaşılır olduğu açıktı. Hızlıca koşarken son duydukları Fiko’nun bağırışlarıydı. Onları kovalamaya çalışan birkaç kişiyi de etkisiz hale getirdiler. Erman, minnet duygusuyla Suat’ın elini sıktı:

-Suat, gene eski günlerdeki gibi beni bırakmadın kardeşim…

-Her tarafın kanıyor Erman. Okmeydanı Hastanesine gitmeyelim, polise ebeleniriz. Benim tanıdığım bir klinik var, hadi!

-------

Aysel, Uludağ’da kiraladıkları evin şöminesinin başında, İstanbul’daki kar çilesini televizyondan izliyordu. Bir gözü saatte eşinin gelmesini bekliyor ve durmadan babasını soran Petek’i telkin ediyordu. Suat’ı en son 2 saat önce aramış ama kocası telefonunu açmamıştı. İyice paniklese de, üzüntü ve şaşkınlığını belli etmemeye çalışıyordu.

Sessizlik, karları aşa aşa gelen bir arazi aracının, bembeyaz karları çiğneyen tekerlek sesiyle bozuldu. İki kısa korna sesi! Bu Suat’ın tarzıydı!

Aysel sevinç içinde kapıya doğru fırladı. Gülen gözlerle kendisine bakan kocasına sanki aylardır ayrılarmış gibi sarıldı. Suat, Petek’i de kucağına almak için harekete geçtiğinde Aysel’in gözüne arabadaki bir karartı takıldı. Başı sargı içerisindeki bu adamın kim olduğunu sorarcasına Suat’a döndü
-Aysel tanıştırayım….Erman. Kendisi çok iyi ve eski bir dostumdur. Bu sabah buzlanma sebebiyle bir trafik kazası geçirdi. Ben de aldım buraya getirdim. Biraz burada kalıp kafasını dağıtsın diye.

Aysel, Erman’ın gözünün içine baktı ve gülümseyerek elini sıktı.

-Hoş geldiniz, ilk defa Suat’ın eski dostlarından biriyle tanışıyorum. Yemek hazırladım. Umarım bir şey yememişsinizdir ve kayak yapmayı biliyorsunuzdur. Yedek takımlarımız var….



SON

22 Kasım 2010 Pazartesi

Üstümüz Başımız Ter Olmaya Geldik...

* Dün Akatlar'daki Bjk-Fenerbahçe maçındaydım. Bu Beşiktaş taraftarının arasında ilk FB maçı izlemem değil. Basket maçlarına deplasman seyircisi kabul edilmediği için daha önce de yaptık bu hafiyeliği. Kapasite fazlası biletin satıldığı, havalandırması olmayan bir salonda Elli TL karşılığında ayakta maç izledik.En nihayetinde yendik mi, yendik....

* Deplasman seyircisi arasında maç izlemek herkesin alkollü olduğu bir masada ayık kalmaya benzer. İnsanların ne denli saçmaladığını ve tepkilerinin ne kadar anlamsızlaştığını çok güzel gözlemlersiniz. Taraftarlığın özü de biraz tribünde kendini kaybetmektir zaten. Yalnız bu gözlemin; sıcaklığın insanın dayanacağı seviyenin üstende bir havada ve ter kokulu rakip taraftarlarının arasında yapılmamasını tercih ederdim.

* Iverson'ı dünya gözüyle doya doya seyrederiz diye heveslendik (Büyük transferdir), ama adam 10 dakika sahada kalıp  2 sayı attı. Bir ara, topu potoya yetiştirebilse bari diye ümitlendik ama nafile. Adam bitmiş yahu...

* Beşiktaş seyircisinin acil olarak basketbolu öğrenmesi lazım. Doğru yerlerde tepki vermeyi bilmedikleri gibi maç ile alakasız tezahuratlar yapıyorlar. Öne geçtikleri an seyirci baskısı ile maçı koparabilirlerdi. Gel gör ki bizim Kinsey ile uğraşmayı tercih ettiler.

* Maç öncesinde dağıtılan Iverson maskelerinin anlamını çözemedik. Fedarasyon Iverson'a bizim bilmediğimiz  bir yanlış yaptı da, "Hepimiz Iverson'ız" mesajı mı verilmeye çalışıldı. Yoksa adamın tipini beğendikleri için mi kartondan maskesini yaptılar algılayamadık. Nihayetinde bildiğin USA zencisi işte...

* Aşağıdaki fotoğrafı salonda çektim. Maça beraber gittiğim takımdaşım Baran uyarmasaydı benim dikkatimi çekmezdi. Bildiğimiz kadarıyla her profesyonel spor müsabakasından önce misafir takımın bayrağının salona asılması kanunen zorunludur. Fotoğrafta da görüldüğü üzere, olması gereken yerde ve salonun diğer kısımlarında bayrağımız yoktu. Bugün resmi verilere göre en fazla lisanslı bayrak satan takımın Fenerbahçe olduğu düşünülürse o bayrağı bir yerlerden temin edip oraya asmak zor olmazdı herhalde.
Yok sen kompleksler içinde yanıp tutuşup Sarı Lacivert çubukluyu asmazsan, o Fenerbahçe gelir "potana" asar o bayrağı.

* Bu sen potada şampiyon belli. Diğer takımlar 2. lik için Play-off oynayabilirler...

16 Kasım 2010 Salı

Kardeş Tavsiyesi

Bilim İtaatsiz Olana İhtiyaç Duyar-Theodor Wiesengrund Adorno

Bu ünlü vecizeyi, tam doğru olarak söyleyemese de, ablam hatırlattı bana.

Toplumun bilince döşemeye çalıştığı beton duvarların arkasından eleştirenlerin ve bu duvarın ötesine bakmaya çalışanları ahlaksız olarak nitelendirenlerin dönüp dolaşıp okuması gereken bir manifesto bu.

İtaatsiz olun..herkese inat...

Bayramınız kutlu olsun

12 Kasım 2010 Cuma

Suat (IV)

Suat, fırındaki açmaları gözüne kestirmişti. Uzun yıllardır yiyemediği kadar yağlıydılar. Kasiyere üç tane istediğini söyledi. Kola ve sucuk da alıp evde kendine güzel bir kahvaltı hazırlayacaktı.


Eskiden ne kadar sağlıksız beslendiğini düşündü ve nasıl o kadar zayıf kalabildiğini…

Uzun zamandır girmediği mutfakta sucukları pişirirken öğrencilik yıllarındaki bekâr evlerini hatırladı. Salondaki masanın üzerine gazete serdi ve bütün kahvaltı boyunca üzerine sucuğun yağları damlamış altı aylık gazeteyi okudu.

Saate baktı, gün ortası gelmişti.

Ailesi onu şirkette toplantıda biliyordu fakat yoğun şekilde yağmaya başlayan kar olası bir iptal bahanesinin altını dolduracaktı.

İstanbul beyaza boyanıyordu.

Suat, biraz da pencere kenarında kahve keyfi yapmaya karar verdi ki telefonu çaldı. Arayanın Aysel olduğunu düşündü. Telefonu eline aldığı anda tanımadığı bir numara tarafından arandığını gördü.

- Alo

- Suat!

- Buyurun benim

- Suti selam..Turgut Ağabeyin ben, nasılsın?

Turgut…bir insanın ses tonu yıllar geçse de bu kadar etkileyici olabilir miydi? Bir kahvehane köşesinde başı kalabalıkken tanımıştı onu. Erman’ın ballandıra ballandıra anlattığı kişiyle ilk defa konuşurken, heyecanı yüzünden okunuyordu. Suat’a onu tanımak için birkaç soru sormuştu. Bu heyecanlı çocuğun ilgisini çektiği açıktı. Bir ara hararetli şekilde bir şeyler anlatırken eliyle masadaki çayı devirmişti.

O günden beri adı Suti’ydi işte...

Yeni arkadaşlarını ve liderini çok sevmiş, kendini ilk defa bir yere ait hissetmişti. Turgut’la tartışana, daha doğrusu kendi hayatına dair iktidar mücadelesini Koca Rıza kazanana kadar, hep onun etkisinde kaldı. Bir hastane odasında yalnız geçirdiği ve eğitimini tamamlayıp bir aile kurmaya karar verdiği o geceden sonra yaşadığı her saniye Turgut’a karşı mahcubiyet hissetmişti. Yıllar sonra ilk defa sesini duyduğunda hüzünle karışık bir mutluluk duydu.

-Nihayet mütevazi ortamımızı onurlandırmaya karar vermişsin?

Turgut şu an ellili yaşlarda olmalıydı. Kinayeli tarzı hiç değişmemişti. Bir süre sohbet ettiler. Telefonda konuşurken, elindeki kahve bardağına bakıp gülümsedi ve bunu Turgut Ağabeyi ile paylaştı. Bu kadar anlayışlı olacağını bilseydi, onu çok daha önce arardı.

Turgut muhabbeti toparlamak adına direk konuya girdi, eskiden beri havadan sudan konuşmayı sevmezdi. Tıpkı Suat gibi…

- Bu gece bendeyiz Suti. Eski günlerdeki gibi toplanıp sabahlayacağız. Evimi biliyorsun, hala aynı yerdeyim. Akşama bekliyorum. Erken saatlerde de topluca yola çıkacağız zaten.

Suat nasıl olacağını hiç düşünmeden, geç saatlerde katılabileceğini belirterek, kabul etmişti. Kendisini telefonla arayan Turgut’u bunca yıldan sonra ret edemezdi. Hep beraber evde gecelemek çok büyük bir problem değildi. Fakat sabah erkenden topluca yola çıkmanın ne anlama geldiğini tahmin ediyordu. İçine bir sıkıntı düştü. Artık geri dönemezdi…

--------------------------

-Aysel merhaba canım iyi misin?

-Suat…iyiyim sen nasılsın ? Oturuyoruz babamlarla. Nasıl geçti günün?

-Toplantım şimdi bitti ve çok yorgunum. Dışarıda yoğun tipi var. Evden çıkılacak gibi değil. Ben de birazdan yatarım herhalde. Babamlara çok selam söyle. Petek nasıl?

Suat karısına ilk defa yalan söylemenin sıkıntısını hissetmeye başladı. Bu duyguyu Petek’le konuşması bile bastıramamıştı. Herkesle teker teker konuşup telefonu kapattı

İstanbul’da bütün yollar kardan kapanma noktasına geldiği anons ediliyordu. Suat, yolun önemli bir kısmını yürüyerek ve bir taksiye onu en yakın yere bırakması için yalvararak, İcadiye’ye ulaşmıştı. Bütün  yolculuk süresince, bunca yıldan sonra Fikret’in evini hatırlayıp hatırlayamayacağını düşündü. Ama mahalleye geldiğinde sanki dün oradaymış gibi apartmanı buluverdi. Kapının hemen açılmayacağını bilerek zile bastı. Yaklaşık yirmi saniye sonra genç yaşlarda bir çocuk eskimiş ahşap kapının arkasında baygın bakışlarla ona bakıyordu. Suat tam kendini tanıtacakken arkada Fiko belirdi. Çocuğun kafasına bir fiske vurdu ve Suat’ı içeri davet etti.

Suat başka biri olsaydı eve konuşlanmış yirmiden fazla kişi ona ilginç gelebilirdi, ama o şaşırmadı. Evin duvarlarına sinmiş ot kokusu bile çok aşinaydı. Salona doğru geçerken bütün gözlerin üzerinde olduğunu hissetti. Masada Turgut ve Erman oturuyordu. Geri kalanlardan sadece birkaçına göz aşinalığı vardı. Turgut oldukça yaşlanmış ve kilo almıştı. Suat’ı görünce gülümseyerek yerinden doğruldu,

- Suti, eskilerden bu kadar kaldık işte! Çocuklar toplanın! Suti geldi!

Turgut hararetli bir şekilde yeni nesile Suti’yi anlatmaya başlamıştı. Suat bazı anlatılanları mahcubiyetle dinliyor bazılarını da yeterli görmeyip düzeltme ihtiyacı hissediyordu. Boş ve uyuşmuş bakışlarla Suti’ye bakan çocukların birkaç tanesinde kendisini gördü. Zamanında yönettiği genç çocukları sordu ama hiçbirisi artık yoktu. Onlar gitmiş yerine yeni fedailer gelmişti. Kafadaki birkaç kişi dışında, sirkülasyon mütemadiyen devam etmişti. Bir  süre sonra eskileri sormaktan yoruldu. Artık şimdiyi konuşmaya başlamışlardı. Eski günlerin kalmadığını, yeni nesilin kendileri kadar cesur olmadığını, polisin daha güçlü olduğunu, iletişim çağında gizli kapaklı işler yapmanın zorluğundan bahsedildi. Geçmiş özlem ile anılıyor, muhabbet gittikçe koyulaşıyordu. Fiko birden birden ayağı kalktı ve evdeki herkesin duyacağı şekilde bağırdı.

-Yarın büyük gün. Hazırlıkları yapıldı. Karşı tarafla da konuştum. Okmeydanı için randevulaştık. Kimse ağzını açmasın. Polisin kulağına giderse yine mantara bağlarız!

Suat bu durumu Turgut onu aradığından beri biliyordu. Şans eseri yıllar sonra böyle bir haftaya mı denk gelmişti, yoksa Turgut Suti’ninde gelmesinden havaya girip böyle bir işe mi girişmişti kestiremedi. Artık bu ortamlardan çok uzaktı.

 O an ailesinin yanında olmayı istedi, ama çok geçti.

Sabaha doğru Fiko, Suat’ın geleceğini beklediği konuyu kinayeli bir tavırla açtı.

-Suti! Yaraların ne alemde? Seni en son hastanede gördüğümde her tarafın sargılıydı. Umarım artık iyisindir, sana bir zarar gelmesi bizi üzer. Sen bizi artık arkadaş bilmesen de...

Suat bu konu üzerinde fazla durmak istemiyordu ama Fiko’nun sataşmasını karşılıksız bırakmadı. Aysel’in yıllardır araba kazası sebebiyle oluştuğunu sandığı yaralarını bu masada meze yapmayacaktı.

-Keşke sen de o gün öyle yaralar alabilecek kadar cesur olsaydın da, hala arkamı dönebileceğim bir arkadaşım var bilseydim.

Fikret sinirli şekilde ayağı kalktı. Tam Suat’a doğruldu ki Erman araya girdi.

Ortamın daha fazla gerilmesine Turgut müsaade etmedi. Erman’a, hazırlanmalarını ve semtlerdeki çocuklara toplanmaları için haber vermesi söyledi.

Daha sonra Suat’a döndü..

-Haydi Suti çıkalım artık. Bugün benim yanımda en önde yürüyeceksin…eski günlerdeki gibi…

Suat yıllar önce hastahane odasında, kendisini ziyarete gelen, Turgut'a haykırdığı cümleyi tekrarlayıp o evden çıkmak istedi:

-Ben artık yokum ağabey!

Yapamadı...

Haber bültenleri tipi nedeniyle dışarı çıkılmamasını öneriyordu…..

 
Son bölüm ile devam edecek...

26 Ekim 2010 Salı

Facebook Taleplerim

• Kimse nasıl İstanbul trafiğinde sıkışıp kaldığını ileti olarak yazmasın! Mal bu, ayran olur cacık olmaz. Yeni mi fark ettiniz İstanbul’da trafik olduğunu!


• Yılmaz Özdil yazılarını post eylemek yasaklansın! Hayatta tek ekmeği AKP olup, hiçbir fikir üretmeden laf cambazlığıyla pirim yapmaya çalışan basiretsizler midir bizim medya kahramanlarımız?

• Kızlar terk edildikten sonra Can Yücel’den alıntılar yapmasın! Bıktık artık “Bağlanmayacaksın körü körüne” şiirini okumaktan. Bir zamanlar Şebnem Ferah’ın “Sil Baştan” şarkısı tüketildi bitti de, sıra ustaya mı geldi.

• “Kız kıza çıktık bu gece” kolpası bitsin! Çok mu matah bir şeydir Çamlıca Kız Lisesi Pilav Günü tadında takılmak. Erkeklere “Çok güçlüyüm size ihtiyacım yok” mesajını vermenin daha naif yolları olmalı. Ayarlayın bunları…

• İçinde insan fotoğrafı olmayan kedi albümleri engellensin! Kediniz sevimli değil ve çok anlamlı bakmıyor. Bizden söylemesi…

• Evlilik,nikah gibi kutsal hadiseler event olarak açılmasın! Boşanırsanız duruşmanızı da “event” leştirmeye maçanız sıkıyor mu peki? “Event occurs at” miş…tövbe…

• Kimse kimseyi Tekas Hold’em poker e davet etmesin. Siz kredi kazanacaksınız diye neden çekmeye çalışıyorsunuz bizi oraya?

• Gecenin bir körü uyuyamama eylemine dair isyankar iletilere bir çeki düzen verilsin! Uyuyamıyorsan banane. Çok müşkil durumdaysan koyun say!

• Karşı ideolojiye, rakip takıma, eski sevgiliye, gıcık patrona, hayırsız arkadaşa laf sokmak, hatta çirkinleşmek yaygınlaşsın! İnsanlar bu iletileri beğensin, müspet yorumlar yapsın. Kaos hüküm sürsün, kimsenin içinde kötü şey kalmasın...

Suat (III)

-Erman Cengiz?

-Evet , benim.

-Erman benim, Suti… Nasılsın?

-Suti! N’aber yahu… Şaşırttın beni.


Suat, bütün hafta onunla konuşmak için yanıp tutuştuğunu, onu görebilmek için süpermarketin İstanbul’daki 3 ayrı şubesini bir şeyler almak bahanesiyle ziyaret ettiğini söylemedi. Aslında ayaküstü konuşmalarından öteye fazla bir şey de konuşmadılar. Suat eski günleri yâd etme arzusundaydı ama konuyu açmayı kendine yediremiyordu. Acıbadem’deki o gün de Erman’a karşı aynı tutukluğu yaşamıştı.


***

Lisedeyken eve döndüğünde yengesiyle aynı evde kalmaktan rahatsız olur, amcası gelene kadar kendini dışarı atardı. Hastaneye kadar bir tur atar, apartmanın önünde amcasını beklerdi. Akşamları genelde ders çalışmak ve amcasıyla sohbet etmekle geçerdi. Bir gün, gene derinlere dalmışken, kafasını kaldırıp onu görmüştü. Tiril tiril sarı saçları, kirli suratı ve soğuktan tir tir titremesine engel olamayan muşamba montu ile karşısında duruyordu.

-Merhaba arkadaşım. Hep buralarda görüyorum seni, nasılsın? Suat çekingen tavrıyla bir şeyler geveledi. Erman konuşurken başını yerden kaldırmayan bu çocuğu sevmişti. Biraz daha muhabbet etmişlerdi ki Koca Rıza’nın gelişiyle sustular.

–Yarın görüşürüz Suat!

Koca Rıza bu yakınlaşmadan hoşlanmamıştı. Suat’a bu çocuğun serseri olduğunu ve onunla fazla görüşmemesi gerektiğini söyledi. Suat onaylarmış gibi yaptı. Suratı yara içindeki bu serseri çocuk, anlamadığı bir şekilde onu çekmişti.

Tam beş senesi Erman ve yeni arkadaşlarıyla geçmişti.

***
Erman ile Cuma günü tekrar konuşmak üzere sözleştiler.

Telefonu kapatır kapatmaz dâhili hattından sekreterin aradığını gördü. Kayınpederi kendisiyle görüşmek istiyordu. Suat’ı asla cep telefonundan aramazdı. Bunu, teknolojiye çok alışamamak olarak yorumlasa da, esas niyetinin konuşmalarına resmiyet katmak olduğu açıktı.

-Merhaba baba

-Suat nasılsın oğlum?

İş hayatı ile ilgili biraz lafladıktan sonra kayınpeder esas konuya geldi. Suat böyle bir şeyi bekliyordu. Aysel’in babasını arayıp işlediği açıktı. Babası gene, buna hakkı olup olmadığını sorgulamadan, konuya müdahil olmuştu.

-Suat, bu hafta sonu itibariyle dağa gidiyoruz. Kar seviyesi fevkaladeymiş. Sizi de bekleriz. Petek için de değişiklik olur. Sevinir yavrucak. Sonra dönersiniz.

-Bilemiyorum baba, Cumartesi günü toplantım olabilir. Ayrıca Pazar günü için de arkadaşlarıma verilmiş bir sözüm vardı…

-Evet, Aysel bahsetti. Suat, bir şey soracağım, nereden çıktı bu maç işi?

Suat’ın karşı karşıya kaldığı muamele son zamandaki hayatının özeti gibiydi. O an içinden gelen bir ateş topunun boğazında düğümlendiğini hissetti. Gözleri yerinden fırlayacak gibiydi. Hiç tarzı olmadığı halde, hararetli bir konuşma yapmaya kendisini hazırlamıştı ki, Koca Rıza’nın sesini duydu bir yerlerden. “Yapma evlat, o senin büyüğün. Yapma…”. Suat sakinleşti. Durumun eski arkadaşlarıyla sıradan bir buluşma olduğu konusunda açıklama yaptı. Hafta sonu için de Aysel ile konuşacağını söyleyip nazikçe telefonu kapattı.

Suat ilk defa o gün asansör aynasında kendisine bir başka şekilde baktı. Üniversite yılları aklına gelmişti.

***
Sınavlara, o kadar hengâmenin içinde amcasının zorlamasıyla hazırlandığını, yarım yamalak bilgisiyle nasıl da iktisat fakültesini tutturduğunu hatırladı. O zamanlar farklılardan da farklı bir hali vardı okulda. Seksen sonrasının politik duruşunu korumaya çalışan ve bu olaylardan uzak durmak için azami gayreti sarf eden kutuplardan başka bir yerde, başka ihtirasların peşinde, sessiz bir öğrenciydi o. Sağ-sol çatışması içindeki öğrencileri görünce hep babasını hatırlardı. Birçoğu Suat’ı aralarına katmak istese de, o hep bu konuların dışarısında kalmayı tercih etmişti. Aktif öğrenciler Suat’ın aslında nasıl biri olduğunu bilirdi. Bu sessiz çocuğun üzerine fazla gelinmesine vereceği tepkiyi tahmin edebiliyorlardı. Acıbadem’li Suti’nin şöhreti, İstanbul Üniversitesi koridorlarına çoktan ulaşmıştı bile…

Suat ilk iki sene üniversiteye doğru dürüst uğramamıştı. Kendine göre daha mühim meseleleri vardı. Amcasının çektiği restle, son 2,5 senede okulu bitirmişti. Tabii bu mezuniyette ona uzaktan hayran olan alt sınıfların da yardımı yadsınamazdı.

***
Boğaz trafiği aynı yoğunlukta olsa da, o gün evin yolu daha bir kısa geldi. Radyolardaki ana konu hafta sonu gelecek olan soğuk hava dalgasıydı. Pazartesi günü okulların tatil edilebileceğinden bahsediliyordu.

Suat anahtarla kapıyı açtı. İlk duyduğu Petek’in sevinç çığlığı oldu. Her eve geldiğinde karşılaştığı bu merasim, onun için dünyalara bedeldi. Kızına sarılırken arka odadan Aysel’in geldiğini gördü. Aysel, soğuk bir hoş geldin ile onu karşıladı. Suat umursamış gözüktü bu tavrı, karısına sarıldı ve hatırını sordu. Aysel’in kendisinden sonra da babasıyla konuştuğunu biliyordu. Suat’ın, kayınpederine hafta sonu için kesin bir şey söylememesi onu rahatsız etmişti. Bu, Suat’tan görmeye alıştığı tavır değildi. O’nun her zamankinden daha neşeli hareketleri sinirini ve merakını arttırdı. Ama bir şey söylemedi. Kocasının bu tarz konuşmaları başlattığına hiç tanık olmamıştı. Genelde bu meseleleri kendisi açardı. Alışık olmadığı üzere, Suat yemek masasında konuya girdi:

-Bugün babam aradı beni, lafladık biraz.

-Hıı… Evet...

-Biliyor muydun?

-Evet, bir ara biz de başka bir konu hakkında konuştuk. O sıra mevzusu geçti…

-Hafta sonu dağa gidiyorlarmış. Bizim de gelmemizi istediler. Sen gitmek istiyor musun?

-Senin planın yok muydu?

Suat duraksadı. Karısıyla herhangi bir konu için tartışmak, isteyeceği en son şeydi. Güzel karısını herhangi bir sebepten dolayı üzmeye hakkı yoktu. Bununla beraber  kendisi için bir şeyler yapmaya başlamasının gerektiğinin de farkındaydı. Boğulacak gibi olup, uyandığı geceleri istemiyordu artık. Hep dilinin ucundaki cümlelerle yaşamak zor gelmeye başlamıştı. Artık o cümlelerin, sevdiği insanların dilinin ucuna yerleşme sırası gelmişti.

-Evet var. Hatırlarsan Pazar günü Petek’le maça gidecektik. Babanın teklifi de çok cazip. Bak ne diyeceğim, benim Cumartesi günü önemli bir toplantım var. Geç saatlere kadar sürer. Pazar günü de malum sözüm var, iptal edemem. Bu hafta sonu kar geliyormuş, istersen sen Petek’i al ve babanlarla dağa git. Pazar günü maçtan sonra ben de sizin yanınıza gelirim. Bir haftalık Uludağ tatilini hak ettiğim konusunda şirkette kimsenin lafı olmaz sanırım. Bütün hafta tüm aile baş başa tatil yaparız. Hepimizin çok ihtiyacı var buna. Senin de itirazın olmazsa babamı arayacağım bu hususta.

Aysel, bu makineli tüfek intizamı ile verilmiş cevap ile önce yutkundu. Fazla üzerinde düşünmeden kabul etti. Suat, hiç vakit kaybetmeden, Petek’e dağ için bir şeyler almaları gerektiği konusunu açtı. Aysel konuları yakalayamıyordu. Genelde Suat’ın söylediklerine onay verdi. Sofrayı toplarken ağzından zorlukla kelimeler döküldü.

–Suat, Pazar günü….kimlerle gideceksin maça?

Suat Acıbadem’den lise arkadaşları ve şirketten çocuklarla beraber gideceklerini söyledi. Hafta sonu olan maçın çok önemli bir derbi olduğunu, gazetelerin spor sayfalarındaki haberleri refere ederek anlattı. Aysel bir şey söylemedi. Kocasındaki bu coşkuya alışkın değildi. Kendine gelip konuyu daha derin irdelemeye karar verdi ki, Suat’ın telefondaki konuşmasını duydu. Babasıyla konuşuyor, önümüzdeki haftaki planı anlatıyordu.

***
Cuma günü herkes şirkette Suat’ı konuşuyordu. Son günlerdeki tavır ve hareketleri eskisinden farklıydı. Kadınlar, Suat’ın metresi olduğunu düşünüyordu. Hatta bazı adaylar üzerinde yoğunlaşmışlardı bile. Erkeklerin ise tamamen farklı bir yerden irdeliyorlardı konuyu. Onlara göre Suat genel müdür yardımcılığına terfi edilecekti. Bu coşkusunun sebebi buydu. Suat mesai sonuna doğru yardımcısına seslendi: “Maykıl! Buralar sana emanet. Bankalarla bir sıkıntı çıkarsa otelin telefonundan ara beni.” Yardımcısı gülümsedi ve başıyla onayladı. O sıra Suat’ın telefonu çaldı. Öğlen saatlerinde aradığı Erman, hala cep telefonu taşımaya alışamayan biri olduğu için, ancak bu saatte ona dönmüştü.

-Boniek, şimdi mi arayabildin?

-Suti kusura bakma, bir alışamadım şu merete. Hafta sonu geliyorsun değil mi? Herkese söyledim.

-Evet, nasıl yapıcaz…?

-Bir gece önceden toplanıyoruz. Eski günlerdeki gibi… Herkes çok heyecanlı... Genç arkadaşlar da seninle tanışacakları için heyecanlılar.

Suat ayrıntıları aldı. Aysel’leri uğurlamaya yetişmesi gerekiyordu. Apar topar şirketten çıktı.

Eve gittiğinde kayınpederi eşyaları arabaya yüklüyordu. Bütün çabasına rağmen gene trafiğe takılıp geç kalmıştı. Ayaküstü bir sohbetten sonra Petek’i kucakladı ve öptü. Fazla üşümesin diye hemen arabaya bindirdi. Kayınpederi ona arabasını almamasını, Pazar günü yolda kalabileceğini, haftaya hep beraber dönebileceklerini söyledi.

Suat, Aysel ile yüz yüze geldi. Karısına sarıldı. Kulağına, içinden gelen ilk şeyi fısıldadı.

-Aysel seni çok seviyorum. Pazar günü orada olacağım.

Aysel kafasıyla onayladı. Kocasından bu cümleyi bu kadar içten duymayalı bayağı bir zaman olmuştu. İki gün boyunca hep bunu düşünecekti. Bir ara babasına gelmekten vazgeçtiğini, yarın Suat ile geleceğini söylemeye karar verdi. Sonra Petek’e bakıp vazgeçti….

6 Ekim 2010 Çarşamba

Suat (II)

Suat Pazar sabahı uyandığında henüz herkes yataktaydı. Normalde bu saatlerde kalktığında kahvaltılık bir şeyler alırdı. Saat 09:15, Aysel ve Petek’in uyanmasına daha çok var. Biraz dolaşmak iyi gelebilirdi. Paltosunu giydi ve dışarı çıktı. Apartmanın kapısını açtığı an şubat soğuğunu yüzünde tokat gibi hissetmişti. Sokakta saatlerce tek başına yürümek…Küçükken kendiyle baş başa kalmak için tek şansı buydu. Artık bunun yerini, köprü trafiğinde geçirdiği zamanın aldığını fark etti. Tek farkla, arabadayken hep kötü şeyleri düşünüyordu, yürümek ise mutluluktu. Uzun zamandır tek başına yürümediğini düşünürken, evinden 100 metre bile uzaklaşmamıştı ki, telefonunun çaldığını duydu.

-Suat, fırına mı çıktın? Gelirken süt de alır mısın?

Aysel normalde bu saatte asla kalkmazdı. Kapı sesini duyunca meraktan aramıştı. Suat’ın yalnız yürüme hayalleri başlamadan bitti.

Eve döndüğünde Aysel’in suratında bu kadar erken uyandırılmanın memnuniyetsizliğini gördü.

-Hayırdır, hiç bu kadar erken kalkmazdın. Hasta mısın yoksa?

Aysel de, her kadın gibi, en ufak bir sıkıntıyı hissedebiliyordu. Uykusunun kaçtığını, Cuma günkü toplantının kafasına takılığını söyledi. Pazar kahvaltıları Aysel için önemliydi, suratındaki ifadeyi değiştirip masaya oturdu. Kahvaltıdan sonra Aysel yeni aldığı cep telefonunun sunumunu yaptı. Çok pahalı olduğu belliydi. Suat, öncekine göre ne farkı olduğunu sorma gereği hissetti.

-Kamerası var Suat. Görmüyor musun?

Suat fotoğraf makinası ile cep telefonunun bir arada olması durumuna şaşkınlıkla baktı. Gerçekten kafasında oturtamamıştı. Ne gerek vardı ki! Aysel’e düşüncesini belli etmedi. Böyle lükse kaçan alışverilerde , Aysel’in kendisinden bağımsız malum bir bütçesi vardır. Ailesi hayat boyu her istediğini almış kızlarının “mağdur” duruma düşmesini istemezdi tabi. Suat, karısı adına sevindiğini söyledi ve Petek ile oynamaya koyuldu.

Öğle saatlerine doğru sabahki erken kalkma miskinlik olarak geri dönmüştü. Aysel ve Petek, her Pazar yaptıkları gibi, bir köşeye kıvrılmış uyuyorlardı. Suat tekrar yürüyüşe çıkmayı düşündüyse de bundan vazgeçti. İçinde tarif edebildiği ama üzerine düşünmek istemediği bir sıkıntı vardı. Kendi başına bir şeyler yapmayalı çok uzun zaman olmuştu. Hatta bunun nasıl bir şey olduğunu dahi unutmuştu. Haftanın bu saatlerinde gazete okur TV de bir şeyler var mı diye bakardı. Yapmadı. Yatak odasına gitti ve Aysel’in kulağına eğildi.

-Aysel…Aysel….

-Hııı….

-Ben arabaya antifriz almaya gidiyorum. Önümüzdeki hafta çok soğuk olacakmış.

-Hıı…tamam.

Suat aynı gün ikinci defa evden ayrılmak üzere giyindi. Dış kapıya doğru yönelmişken karısının sesini duydu.

-Suat! Akşama babamlara davetliyiz biliyorsun. Fazla geç kalma istersen.

Suat bu programı unutmuştu. Birden içindeki sıkıntının daha da arttığını hissetti.

---

Arabasına Süpermarketin otoparkında bir yer bulabildiğinde çok mutlu olmuştu. Pazar günlerinin o devasa karmaşasının bir dışa vurumuydu bu mekânlar. Yapacak hiçbir şey bulamayan insanların, kendilerini tatmin ettikleri dövüş arenalarına benziyordu. Böyle yerlerde saatlerce alışveriş yapan birini kameraya çekip sonra izlettirsen, ne kadar da iğrenirdi kendini kaybetmesinden.

Çok da ihtiyacı olmadığı antifrizi hiç aramadan buldu Suat. Koskoca alışveriş arabasına koyduğu kutu, tek başına komik durmasın diye, Petek’e de abur cubur bir şeyler aldı. Yaklaşık 10 dakikadır şuursuzca dolanıyordu. Kendine itiraf etmek istemese de o eski arkadaşını görebilmekti niyeti. Hatta kendisinden özür dilemek, eski günleri yâd etmek hevesindeydi. Eskiden Erman ve diğer arkadaşları evine sık sık gelirdi. Amcası en başta o gruptan memnuniyetsizliğini açıkça belli etse de, bir süre sonra muhabbete katılır, bizzat kendi anılarını anlatmaya başlardı. “Siz bilmezsiniz çocuklar, sene 1949... Şimdiki Çırağan Otel’in olduğu yer var ya…”. Suat bugün baktığında o zamanki arkadaşlıklarının kendisine çok şey kattığını görüyordu. Şirkette kendini diğer çalışanlardan ayıran bütün o özellikleri, hep o yıllardan kalmaydı. Kimseden korkmazdı, hazırcevaptı ve düşündüğünü söylerdi. Artık her yerde görmeye başladığı çıtkırıldım erkeklerden biri asla değildi. Bu tarz insanları da sevmezdi. Şirketteki en büyük kavgalarını insan kaynakları bölümü ile verir, onların kendi departmanına layık gördüğü adayların çoğunu reddederdi. İşe alım sırasında adaylara sorduğu sorular bütün şirkette anlatılır, şaşkınlıkla karşılanırdı. “Beş sene sonra kendini nerede görüyorsun” Suat için en anlamsızı buydu. İnsanlar yarın ne olacağını bilemezken beş sene sonrasını sorgulayarak karara varmaya çalışmak ne komikti. O hep “3 sene önce bu zamanlar, neler yapıyordun?” diye sorardı. Önemli olan bugünlere nasıl gelindiğiydi Suat için. Zaten gelecek beraber yaşanacaktı. Kendisine bu şirkete ilk girdiğinde o soru sorulmuş olsaydı muhtemelen alınacak cevapla kapıdan dahi içeri sokulmayacaktı. Ama şu an şirketin üst düzey bir müdürüydü işte. Kendisi gibi saplantılar yaşamış insanları severdi. Bir şeye körü körüne bağlanmayı göze almış, aklını emanet edebilmiş adamlarda kendini bulurdu. Bir keresinde iş başvurusu yapan biri, formdaki üyesi olunan sosyal organizasyonlar kısmına “Michael Jackson Fan Kulübü” yazmıştı. Suat bu finans uzmanı adayını görüşmeye çağırmış, çocuğun bir gün M. Jackson ile tanışma hayallerini, Türkiye’deki konserine bütün ısrarlarına rağmen babasının nasıl göndermediğini, fotoğraf koleksiyonunu, uzun uzun anlattırmıştı. İnsan kaynakları müdürü çocuğu gülerek dinlemişti. Nasıl olsa bu pozisyon için hayalperest bir yeniyetmeyi işe almayacaktı. Daha olgun birine ihtiyacı vardı. Suat o çocuk için ısrar etti, karşısındaki direnişe rağmen işe aldırdı. Genel müdür bunun sebebini sorduğunda “Bu kadar alakasız bir şeye bu şekilde karşılıksız bağlanabilen birisi, ya işine de böyle bağlanırsa?” diye cevap verdi. Herkesin 3 kuruş fazla maaş için arkasına bakmadan şirket değiştirdiği bir sektörde böyle saplantılı gence ihtiyaçları olduğu konusunda amirini ikna etti. O günden beri o çocuk yanındaydı. Herkesin saygısını kazanmış, Suat’ın güvendiği bir çalışan olmuştu. Suat bazen ona keyifle Michael Jackson’u sorardı. Çocuğun yüzü kızarırdı, belli ki kimsenin onunla dalga geçmediği bir ortamda, saplantısını daha da sahiplenmek yerine onu sorgulama fırsatını bulmuş, hırsını kariyerine kanalize etmişti.

Erman ortalarda gözükmüyordu. Süpermarketin her köşesine bakmış ama onu bulamamıştı. Bu işi, tekrar hasbelkader bir karşılaşmaymış gibi kotaramayacağını anladı. Market çalışanlarına sordu. Erman’ın bakım müdürü olduğu, büyük bir arıza çıkmadığı sürece Pazar günleri çalışmadığı, kendisini hafta içi genel merkezde bulabileceği söylendi. Suat, Erman’ı bir raf işçisi zannederken aldığı cevapla şaşırmıştı. Bir kez daha kendinden utandı. Ne fark ederdi ki…. Vay be Erman! Eskiden de becerikliydin zaten...

---

-Petek’i hangi okula göndermeyi düşünüyorsunuz Suat?

Kayınpederinin bu sorusu, her zaman olduğu gibi, netti. Hikâyeden hoşlanmaz, direk konuya girilmesini isterdi. Suat, Moda tarafındaki bir kolejden bahsetti. Kayınpeder, öğretmenleri ve okulun koşullarını sorgulayıp sorgulamadığını sordu. Daha sonra bir ahbabının Kalamış’taki okulundan bahsetmeye başladı. Anlaşılmıştı, Petek Kalamış’taki okula gidecekti. Suat; Aysel’in de, her zaman yaptığı gibi, babasını destekleyen tavırlarını görünce konuyu uzatma gereği duymadı. Yemekler yenilip, oturma odasında havadan sudan birkaç muhabbet yapıldıktan sonra Suat ve ailesi kalkmak için izin istedi.

Petek arka koltukta uyuyakalmıştı. Bütün gece herkesin ilgi odağı olup şımartılmak onu yormuştu. Aysel, üstü komşularıyla ilgili bir şeyler anlatıyor, Suat hiç ilgilenmese de konuşulanlara basit yorumlar yapıyordu. Sonra bir an, sabahtan beri içindeki sıkıntı kursağından geçerek kelimelere döküldü.



-Aysel, ben Petek ile maça gitmek istiyorum.

Konuşmasının böyle bıçak gibi kesilmesine alışkın olmadığından, Aysel bir süre durakladı.

-Ne maçı? Anlamadım?

-Şirketteki arkadaşlar her hafta çocuklarıyla maça gidiyor. Ben de onlara özendim. Çocuk hep evde, hem bana hem ona değişiklik olur.

-Suat, 5 yaşındaki kız çocuğu bu soğukta maça mı götürülür!

-Statların üstü kapalı. İyice de giydiririz. Numaralı yerde oturacağız, istersen sen de gelebilirsin. Çocuk seneye okula başlayacak alışsın kalabalık ortamlara.

Aysel, Suat’ın bu kararlı konuşması karşısında şoke olmuştu. Anlamsız bulduğu bir şeyle karşı karşıyaydı. Anlık bir şey olduğunu düşündü ve konuyu uzatmadı. Suat ne Aysel’in maça geleceğini ne de Petek’i göndereceğini zaten biliyordu. Niyeti kendi başına gitmekti ve Aysel’i gitmek istediği yerin gerçekten stadyum olduğuna ikna edebilmek için, Petek’e ihtiyacı vardı.



İkisi de o akşam bir daha hiç konuşmadılar.

Devam edecek...

5 Ekim 2010 Salı

100. Post'a Yakışacak Şekilde

The military system, which I abhor... This plague-spot of civilization ought to be abolished with all possible speed. Heroism on command, senseless violence, and all the loathsome nonsense that goes by the name of patriotism -- how passionately I hate them!


30 Eylül 2010 Perşembe

Suat

- Suat, sen ne diyorsun bu duruma?


Suat oturduğu yerden biraz doğruldu. Uzun zamandır bir toplantıya bu kadar hazırlıksız gelmemişti. Toplantının büyük kısmında anlatılanları dahi dinlememişti. Sadece konunun şirket satın alımlarındaki mali dengesizlik olduğunu biliyordu. Günlerden Cuma, saat 16:00 suları. Toplantıların en aktif katılımcısı, boş bakışlarla kendini iletişime kapatmıştı. Bu sessizliği direktörün de dikkatini çekmiş olacak ki pası ona atmıştı. Sıradan bir muhasebe elemanıyken finans müdürlüğüne kadar gelmesinde payı çok büyüktü. Onun zekâsına, organizasyonuna ve hazırcevaplılığına güvenirdi. Yeni binyıl ile beraber ona sorumluluk verdiğinden hiç pişman olmamıştı. Sene 2002’ydi, artık yeni bir finans dönemi başlıyordu. Suat gibi çalışanlar şirketi daha yukarılara taşıyacaktı.

Suat ise 34 yaşının son demlerinde olduğu bu günlerde artık yorgunluk hissetmeye başlamıştı. Şirkete girdiği ilk günlerdeki azmi ve gözü karalığı yerini daha kalın bir ense, daha büyük bir göbek ve oturaklı bir kişiliğe bırakmıştı. Bazen aynanın karşısında kendini incelerken, takım elbiseli bu yuppie’nin kendisi olduğuna inanamıyordu. Son aylarda bu kendiyle yabancılaşmayı sıkça yaşar olmuştu. Bütün şirketin ona yediemin muamelesi yapması bazen kendine de komik geliyordu. Hey gidi Suat, 15 sene önce böyle birisi olacağını söyleseler ne gülerdin ama.

- Rakamları incelemeden konuşmak yanlış olur, verileri içeren bir tablo yapılmış mı?

Bu Suat’ın en sevdiği tarzdı. Satınalma Müdürünün sözel bir adam olduğunu bildiği için kendi hazırlıksızlığı ortaya çıkmadan saldırıya geçmişti. Satınalma Müdürü, bu konuda biraz daha çalışmaları gerektiğini söyleyip golü yemişti. Doğal olarak toplantı bir sonraki haftaya ertelendi. Suat gene direktörün gözünde; hikâye anlatmayan, analitik düşünen, veriler olmadan kahramanlık yapmayan bir idareci konumundaydı. Toplantı sona erdi, mesai de bitmişti. Zincirlikuyu-Caddebostan yolu yine bütün eziyetiyle onu bekliyordu.

-----

-Aşkııım, Petek’in canı çikolata çekmiş, gelirken alır mısın acaba?

Suat, Aysel ile evliğinin yedinci yılını henüz devirmişti. Hayatları beş senedir kızları Petek odaklıydı. Kızını hayatta her şeyden çok severdi ve Aysel ile çocuk üzerinden sürtüşmemesi gerektiğini çoktan öğrenmişti. Karısının hayatında olduğuna sıklıkla şükrederdi. Şu an baktığında 8 yıl önceki Suat’la, Aysel gibi bir kızın evlenmesi mucizeydi. Hem yetim hem öksüzdü Suat, amcasının yanında yaşayan askerden yeni gelmiş bir iktisatçıydı. Aysel’in varlıklı ailesi, amcasının çok yakın ahbapları olmasa, bu evliliğe onay verir miydi acaba. Babasının ihtilalde evlerinden gözaltına alındığı gün, ki onu son gördüğü gündü, 12 yaşındaydı. Bir daha hiç geri dönmemişti. Devlet cesedini bile vermemiş, gözaltında kaybolduğunu söyleyip başlarından savmıştı onları. Annesi ile yaşlı amcasının yanlarına taşınmışlardı. Fakat annesi babasının acısına daha fazla dayanamayıp ertesi sena vefat etmişti. Acıbadem’deki yaşlı amcası ve yengesiyle yaşayan on üç yaşındaki bir çocuktu artık. Suat, Rıza Amcasından oldukça çekinirdi. Yirmi bir yaşındayken onu karşısına alıp, artık bu şekilde devam edemeyeceğini, hayatına düzen vermesi gerektiğini dikte ettiğinde de, Aysel ile nişanlanmadan önce de, üniversite tercihini yaparken de hep onu dinlemişti. Otoriter bir adamdı, tüm o yaşananlara rağmen devlete laf söyletmezdi. Suat’a hep “devlet baba büyüktür, ona minnet duy” derdi. Koca Rıza Amcası da yoktu artık. En azından öz torunu gibi sevdiği Petek’in doğumuna şahit olmuştu. Onu babası kadar özlüyordu.

Suat, Boğaz Köprüsü’nü geçerken trafik hengâmesini izledi. Bunca insan, iş, para, koşuşturma. Koca Rıza’nın ölüm döşeğinde ona anlattığı hikaye aklına geldi:

Babası, ölmeden önce, oğluna iki mektup vermiş. Vasiyeti, birinci mektubun öldüğünde, ikinci mektubun ise gömüldükten sonra açılmasıymış. Baba, ölünce, oğlu birinci mektubu açmış. Babasının isteği, çorapları ile gömülmekmiş. Oğlu, bu isteği gerçekleştirebilmek için çok uğraşmış ama dini kurallar buna izin vermediği için yerine getirememiş. Gömüldükten sonra, oğlu ikinci mektubu açmış;

"Oğlum gördün mü, bir çift çorabı dahi öbür tarafa götüremiyorsun!!!".

Dikiz aynasından bir kez daha kendisine baktı. Kendisini tanımakta yine zorluk çekti.

Çikolatayı herhangi bir bakkaldan alamazdı. Aysel, konu Petek olunca seçiciydi. Telefonla arayıp bir şey istediğinde Suat’ın bu yükümlüğü gerçekleştirmeme şansı pek olmazdı. Hamile kalmasıyla beraber babasının şirketindeki kariyerine son vermiş, hayatını çocuğuna adamıştı. Petek okula başlayınca eski işine geri döneceğini söylüyordu ama Suat buna ihtimal vermiyordu. Fakat bu düşüncesini Aysel bilmezdi. Çünkü insanları, özellikle de eşini, yönlendirmeye çalışmazdı. Suat iş hayatındaki profilinin aksine, özelinde sessiz ve ılımlı biriydi. Rıza Amcası ölünce, kayınpederinin; Petek’in büyümeye başladığını, o zamanlar oturdukları kira evin küçük geleceğini, Caddebostan’da kendisine ait eve taşınmaları gerektiğini söylediğinde de fazla direnmemişti. Başka birisi olsa bu teklife dört elle sarılırdı. Suat bunun onu daha mutlu biri yapmayacağını daha o günden biliyordu. Rest çekmek de ona bir şey kazandırmayacaktı. İnsanları dinledi ve akışına bıraktı.

Uğradığı büyük süpermarkette reyonların arasında, Petek’in sevdiği ithal çikolatayı ararken saat 20:00 olmuştu bile. Cuma trafiğinde oraya uğramak için bayağı bir zaman kaybetmişti. Markette kendi gibi birçok yalnız erkeğin alışveriş yaptığını gördü. Şöyle bir oturup birkaç dakika konuşsalar hepsinden ne hikâyeler çıkardı acaba! İstediği markayı bulmuş kasaya doğru yürürken arkasından gelen sesle irkildi:

-Suti! N’aber yahu… Hatırladın mı beni?

Suti… Gençlik lakabını duymayalı ne kadar olmuştu. En son üç sene önce Bağdat Caddesi’nde Petek’i gezdirirken rastladıkları Fiko’dan duymuştu bunu. Suat pek oralı olmamış, kısa bir selamlamayla geçiştirmişti. Aysel, Fiko’nun kılık kıyafetinden rahatsız olmuş, nerden tanıştıklarını ekşi bir surat ifadesiyle sormuştu. Suat, ilkokulda aynı sınıfta olduklarını söyleyerek konuyu değiştirmişti.

-Hatırladın mı beni, Erman ben! Boniek Erman!

Üzerinde iş tulumu olan Erman’ı tabii ki hatırlamıştı. 5 senesini beraber geçirdiği birini nasıl unuturdu. Yılların kendisine davrandığı kadar Erman’a gaddar davranmadığını gördü. Biraz dökülse de, sarı saçları hala tiril tirildi. Boniek gibi!

-Hatırladım, merhaba Erman nasılsın?

-Teşekkürler, buranın teknik servisinde çalışıyorum. Seni arkadan gördüm. İlk başta emin değildim ama yürümeye başlayınca tamam dedim. Acıbadem’li Suti’nin yürüyüşü bu! Neler yapıyorsun?

Suat konuyu fazla uzatmak istemiyordu. Erman’la karşılaşmanın sıkıntısı bir yana, eve fazlaca geç kalmıştı. Ailesinden hiç bahsetmedi. Bir şirkette muhasebeci olduğunu söyledi. Erman gülen bir ifadeyle,

-Ne kadar kilo almışsın yahu! Hiç yakışıyor mu? Eskiden ne kadar zayıftın. Hatırlar mısın kovalamalarda en önde hep sen koşardın. Hatta bir gün…

Suat, Erman’ın lafını kesti. O konulara girmesini istemiyordu. Geç kaldığını, eve yetişmesi gerektiğini belirtti. Vedalaştılar. Erman, süpermarket zincirinin elektrik bakım sorumlusu olduğunu, isterse ona merkez ofisten ulaşabileceğini söyledi. Suat kafasını salladı. Erman belli ki onun iletişim bilgilerini almak istiyordu. Suat oralı olmadı, elini sıkıp yürümeye başladı. Erman son bir kez konuştu,

-Suti, artık hiç gelmiyorsun değil mi?

- Hayır, pek vakit olmuyor.

- Anladım, biz bazı çocuklarla hala kovalıyoruz. Sana rastladığımı söyleyeceğim. Çok sevinecekler.

Gülümsedi. Hayatında bir süpermarketten bu şekilde koşar adım çıkacağını hiç tahmin etmemişti. Kendini çok kötü hissediyordu. Bir ara nefes nefese kaldı. Arabaya bindi ve kafasını direksiyona yasladı.

Telefonu çalınca kendine geldi. Arayan Aysel’di. Trafiğin umduğundan da fazla olduğunu söyleyip birazdan geleceğini söyledi.

Kendini toparlamalıydı. Aysel bir şey olduğunu hemen anlardı. Erman ile konuştuklarını kafasından çıkarması lazımdı.

Devam edecek...

Olduğu Kadar

-Aşk insan olsaydı ben Çin olurdum, Sen Londra olsan ben yağmur olurdum. (Kenan Doğulu-“Demedi Deme” adlı şarkıdan)

-Madem eşitlikten yanasın be pezevenk adam! ilk önce karını gönderde eşitlik sağlansın. (Şevki Yılmaz-Gaziantep Belediye Başkanı Celal Doğan’ın şehre genelev açmasını “İstanbul’da var Antep’te neden yok. Eşitlik olması lazım” cümlesiyle savunmasına cevaben.)

-Ne mozaiği ulan! Mermer Mermer! (Alparslan Türkeş- Türkiye’yi bir mozaiğe benzeten gazeteciye cevap olarak.)

-Ben Türk hekimlerine emanet ediniz. (Anonim- Atatürk adına, hekimler için de bir söz söylemiş olsun diye)

-Şampiyonlukta hiç mi katkımız yok Sinan? (Alaattin Çakıcı, 2003 BJK şampiyonluğu ardından, emir eri Sinan Engin’i fırçalayıp hizmetinin karşılığını isterken)

-Bana sağcılar adam öldürüyor dedirtmezsiniz.(Süleyman Demirel-80 Öncesi Sağcılar katliam üstüne katliam yaparken, gazetecilerin sorusuna cevaben)

-Çünkü Türkiye’yi sağ görüşlü bir partinin yönetmesini istiyorum. (Yakın bir arkadaşımın neden AKP’ye oy verdiğini sorguladığımda verdiği enfes cevap)

-Van gölü canavarı CIA denizaltısıdır (Doğu Perinçek)

-Everything is something happened. (Fatih Terim)

-Tanrı zar atmaz. (A. Einstein-Belirsizlik teoremini eleştirirken)

-Miyân-ı güft ü gûda bed-meniş îhâm eder kubhun, şecaat arz ederken merd kıbtî sirkatin söyler (Koca Mehmed Ragıp Paşa)

- Ne Şam’ın şekeri, ne de Arap’ın zekeri. (Anonim)

-Fenerbahçe Ben’im diyor ve bu pazarlığı kabul etmiyorum! (Fenerbahçe Kurucusu ve Genel Sekreteri Ayetullah Bey-1909 Yılında Kulubün düştüğü borç batağından kurtulması için Üsküdar ve Pazaryolu yöneticileriyle birleşme görüşmeleri sırasında, karşı tarafın Fenerbahçe İsmini değiştirme teklifine sinirlenip masayı terk ederken.)

-Gördüğüm en iyi kızılderili, ölü kızılderilidir. (Komaçi Şefi Tosawi- General Sheridan ile tanıştırıldığında yarım yamalak İngilizcesiyle “İyi Kızılderili” diyerek elini uzattığında aldığı cevap)

-Ağa, bu Kızılderili şefi Tosawi. Çok büyük adammış, adının anlamı Gümüş Bıçak’mış. Ben omuzuma dövme olarak onun portresini istiyorum. (KeCe-1996 yılında bir dövmeci koltuğunda tercih sebebini anlatmaya çalışırken)

28 Eylül 2010 Salı

Kırmızı Telefon



Sesi duyduğunda ilk düşündüğü, telefon sesinin nasıl değişken bir etkiye sahip olduğuydu. Görecelik kuramı gibi; beklediğin bir aramaysa dünyanın en güzel sesi, telefon ekranına baktığında için sıkılıyorsa tam bir işkence. Yoksa bir Gestapo Subayı küstahlığıyla, her sabah işe gitmesini emreden sabah alarmı mıydı bu. Aklına günlerden pazar olması gerektiği geldi. Gözünü duvar saatine kaçırdı, 12:45! Bütün gece içtiği için, gene bu saatlere kadar uyuyordu. Evet, bugün pazar olmalıydı. Akşamüstüne doğru berbat şekilde yataktan kalkması, bin bir üşengeçlikle son kalan açmaları almak uğruna mahalle fırınına gitmesi, sonra da televizyonda akşamki Fener Maçını beklemesi lazımdı. Kendi rutininin bozulacağının habercisiydi bu telefon sesi. Söylene söylene yataktan doğruldu..

Telefonu eline aldı. Arayan, bir süredir görüşmediği, yakın bir dostuydu. Bu aranın sebebi bir küskünlük değildi. Hayatının aşkını bulduğuna inanmış birinin, arkasında bıraktığı geçmişin ihmal edilebilir figüranı olmuştu klasik olarak. İlk başlarda hatır sayma amaçlı ruhsuz birkaç telefon konuşması olsa da, yeni dünyasında ona yer yoktu işte. Kızmıyordu, sevgiliye altın tepside servis edilecek ideal bir arkadaş olmadığının farkındaydı. Böyle şeylere üzülmeyi de çoktan bırakmıştı. Telefon ekranına bakarken bunlar geldi aklına. Cevap vermezse yeniden arayacağını biliyordu. Meşgul tonu verirse bu aradan sonra ona tepki koyduğunu düşünebilirdi. En son isteyeceği şey bu olurdu, çünkü gerçekten tek derdi uyumaktı. Keşke telefonlarda, karşı tarafa “seninle konuşmayı çok istiyorum, ama gerçekten şu an müsait değilim” mesajını verecek bir tonlama olsaydı. Telefon sistemleri de bit lerden oluşuyordu işte, 1 veya 0, ortası yok!. -Ne haber? nasılsın? uyuyor muydun? - Hayır uyandım çoktan, sen nasılsın? Bir aptal bile o anki ses tonundan hala yatakta olduğunu anlayabilirdi. Bazı arayanlar bu durumda sonra konuşabileceklerini söyleyip kapatırdı. Arkadaşı yapmadı, onun rahatını bozmayı göze alarak konuyu uzatıyordu. Görüşmek istediğini söylemişti.-Olur! dedi. Belki daha ayık olsaydı bugün ailesini ziyaret edeceğini söyleyerek kibarca ret edebilirdi bu teklifi. Boş anına gelmişti, ne kadar sıkılacağını tahmin edebiliyordu. Zaten ne çektiyse bu boş bulunup ettiği laflardan çekmişti.

--------

-Ayrıldık.

Arkadaşının ne yaptığını bilmez bir hali vardı. Gözlerinin altı uykusuzluktan iyice morarmıştı. Onu uyandırmak için saat 12:45’i bile zor beklemiş olabileceğini düşündü. İlk başlarda adet yerini bulsun diye hatırı sorulsa da, yaşadıklarını anlatmak için yanıp tutuştuğunu sezmişti. Onunla konuşacak fazla bir şeyi olmadığını fark etti.Ortam kasvetli bir hal almıştı. Arkadaşının ızdırabına son vermeye karar verdi. Hiç istemese de sordu

–Eee..anlatsana neden ayrıldınız…?

Daha sonra anlattıklarını pek dinlemedi. Sadece arkadaşını teyit etmesi gerektiği anlarda, söylediklerine yoğunlaşarak “haklısın” dedi. Arkadaşı anlattıkça sıkılıyor, gözlerini marinadaki teknelerden alamıyordu. İçlerindeki insanlar! ne kadar da şanslılar. Bir teknenin, bağlı olsa bile, içinde olabilmek ne güzel bir duyguydu. O an bir tekne sahibi olmanın hayallerini kurdu.

Arkadaşı, en ince ayrıntıları dahi anlatmaya başlamıştı. Hep karşılıklı eylemlerden bahsediyordu. Artık dayanacak hali kalmamıştı ve onun lafını kesti.

–Bu iş uzar gider, olan olmuş. Konuşarak bir şey çözülmez. Umarım tekrar birleşirsiniz ama bence hayırlısı olmuş.

Bu basmakalıp, sırf laf olsun diye söylenmiş sözler bile arkadaşının gazını almaya yetti. Konuyu, sırf arkadaşı vicdanını temizlesin, diye kendi sıkıcı hayatına getirtmeyecekti. Sinemaya gitmeyi teklif etti. Küçüklük günlerindeki gibi, biletçiden en ön sırayı istediler. Kötü bir aksiyon filmini izlemek ve akabinde yorumlamak bile malum konulardan daha eğlenceli gelmişti. Bir ara mutlu olduğunu hissetti. Ne olursa olsun hayatı onunla geçmişti. Arkadaşı sadece mutsuzluğunu paylaşmaya sıra gelince onu hatırlasa da, o bencilce içinde bulundukları durumdan mutluluk duymuştu.

Günler günleri kovaladı. Hep birlikte bir şeyler yapıyorlardı. Arkadaşı, muhtemelen bu can dostunun ona acısını unutturmak için durmadan bir şeyler planladığını düşünüyordu. Fakat durum böyle değildi. O sadece bu sıkıcı konularla muhatap kalmak istemiyordu. Baktığı her yerde eski kız arkadaşını gören biriyle vakit geçirmenin en baş ağrıtmayan şekli, aşırı sosyalleşmekti. Yaz için planlar, yurtdışı seyahat organizasyonları. Tek derdi, arkadaşının içindeki sıkıntının açığa çıkmasını engellemekti.

--------

Tam üç gün olmuş, arkadaşı onu aramamıştı. Normalde ilişkileri zaten bu boyutta olduğu için yadırgamadı. Eski kız arkadaşıyla barıştıklarını anlamıştı.

O pazar gene öğle saatlerinde uyandı. İçinde teknelere bakmaya dair yoğun bir istek hissetti. Sahilde hepsini teker teker inceleyerek hayaller kurdu. Kafasında maliyet hesabı bile yaptı. Başa çıkamayacağını anlasa da moralini bozmadı. Bazı şeylerin sadece hayalini kurabilmek bile güzeldi.

İyice daldığı anda telefonun sesini duydu. Araya O'ydu ve telefonu açtığında neler dinleyeceğini biliyordu. Arkadaşının mutsuzluğunu yönetebilmişti ama bu sahte paylaşıma katlanamazdı. Aynı şeyleri tekrar tekrar yaşayacağını düşündü. Her şeye yeniden başlamanın onu sinirlendirmeyeceğini, sadece sıkacağını tahmin edebiliyordu. Kendine sözler vermeyi çoktan bırakmıştı. Hayatında seçim hakkı olmayan tek insan kendisiydi işte, bu kadar basit…

Sonra arkadaşının hiçbir hissettiğine ortak olamadığını fark etti. Ne üzülmesi ne de sevinmesi, umurunda bile değildi. Artık onu eskisi kadar sevmediğini anladı.

Meşgul tonu verdi…

Saat hala çok geç değildi. Biraz acele ederse Fener’in maçını izlemek için eve yetişebilirdi. Mahalle fırınında yiyecek bir şeyler kalmış mıydı acaba? Şu yeni santrafordan da artık gol bekliyordu.

21 Eylül 2010 Salı

VİETKONG

Hiç Beşiktaş’tan Ortaköy’e yürüdünüz mü…? Tersi istikamette yürümekten farklıdır. .Beşiktaş yönüne doğru yürüyorsanız; mesela işinize gidiyor olabilirsiniz, belki de benim ve tarafımdakilerin hiç ilgisini çekmese de, tuttuğunuz takımın maçı için çocukça bir heyecan içersindesinizdir veya Üsküdar teknesine yetişmenin stresidir adımlarınızı hızlandıran
Hiç Beşiktaş’tan Ortaköy’e yürüdünüz mü…? Kuruçeşme’de gece kulübüne gidiyorsanız zaten arabalısınızdır. Oralarda fazla iş yeri de yoktur zaten… Otobüse binmeye paranız olmasa ve o yolu yürümek zorunda olsanız bile, gene de mutlu eder o asmanın altından geçmek sizi.
Beşiktaş’tan Ortaköy’e yürürken güzel şeyler hissetmeyeniniz var mıdır?

Yarın ne olurum bilmem. Nereye giderim, nasıl bir hayat yaşarım…Hızlı yaşayıp genç de ölsem, kolsuz atletle televizyon başında ömür de çürütsem…Hep yalnızlığı tercih de etsem, çoluk çocuğa karışıp erken rezervasyonla ucuz tatil de kovalasam…Büyük adam da, kadere küfür ederek haksızlığa uğradığını iddia eden kaybedenler kervanında biri de olsam...
En nihayetinde yürüyeceğim o yoldan son bir kez…Her şeyden öte, o an ne hissettiğimden bağımsız, o gelecek aklıma.

Üniversitenin ilk yılları.Nasıl da her şeyi bildiğimizi, herkesi tanıdığımızı zannederdik.
Açıkça tavır alan kızlardandı: Anadolu’dan geldim ama İstanbul’un hakkını verebileceğim yerinde otururum, kendi ayaklarımın üzerinde dururum, en güzel yerde yemek yerim. Yani ben bu şehirde mutlu olabilirim! Peki siz mutlu musunuz ki?
İşimize gelmedi tabi. Zira o zaman; Yılmaz Büyükerşen bu kadar popüler değildi, Mail Büyükerman’ın belediyecilik anlayışı Doğan Medyası tarafından bu kadar pohpohlanmıyordu, Dadı& Es-Es gibi kötü diziler çekilmemişti ve Eskişehirspor 1. Ligde değildi. Bizim orası hakkında tek bildiğimiz Mithat Körler ve çalışmak zorunda kalmamak için dua ettiğimiz Arçelik Fabrikası’ydı. Porsuk’un etrafındaki cafeler ise biz de yazlık disko çağrışımı yapıyordu.

Eskişehir’den gelmiş, bize hayatı öğretmeye çalışıyor. Bırak bu işleri…

Şakalara gülmeyi bilir, hatta beğendiğini üzerine alırdı. Egosu fazlaydı ama aptal insanları ayırt edebiliyordu. Pastoralliği abartırdı. Durmadan; kuşlar, böcekler, tabiat, manzara muhabbetleri yapması sıkıcı ve sıradandı, ama bu Tatar Kızında hiç kimse de görmediğimiz bir naiflik vardı işte!
11 sene boyunca içinde bulunduğu fiziksel şartlardan bir kere bile şikayet ettiğini duymadım. Eskişehir’de ortalama üzeri bir ailenin kızıyken, İstanbul’da boğaz manzarası uğruna elektrik sobalı bir evde oturmayı göze almış bir insandan beklenecek de buydu.
Zaman içerisinde o derme çatma evi bir saray yavrusuna çevirdi. Ayrıca, hep istediği ve bence de kendine uygun olan reklamcılık sektöründe çalışmaya başladı. Hepimizin başına gelen onu da en zayıf yerinden vurdu ve duygusallaşmaya başladı gün be gün. O isyankâr tavır, başkalarının sorumluluklarıyla törpülenmeye başlamıştı. Onu hep kızdırdığım gibi (ne yazık ki doğru!) ,daha fazla ılımlı ama daha az yönlendirici bir insana dönüştü. Hatta son yıllarda; ne saatlerce manzaraya karşı oturup kitap okuduğundan, ne de güneşin batışını izleyip mutlu olduğundan bahsediyor bana. Sebep benim her defasında dalga geçiyor olmam değil, benim laflarıma takılmaz. Bence artık o da, çoğunlukla, eskisi gibi hissetmiyor.

Bugün baktığımda:
Sadece anlatmak istediği kadar anlatıp, hep büyük parçayı kendini saklıyor olsa da. O sevimli suratıyla bazen insanları, asla kullanmak değil de, manipüle ettiğini düşünsem de. Rahatına düşkünlüğü bazen beni çıldırtsa da. Asla çok hırslı bir insan olduğunu kabul etmek istemese de. Ayakkabı tercihlerini hiç beğenmesem de. Sigarayı bırakmayı bir kere bile denememesi beni çok üzse de. Hayata, hep işine geldiği açıdan bakmaya çalışması ve o deli inadı beni mütemadiyen kitlese de…Hep büyümek için ona ihtiyacım oldu.

Bir keresinde bir film izlemiştim. Dünyanın en aksi, kaprisli ve bencil adamından, bir kadın kendisine iltifat etmesini istiyordu. Adam ilk başta cevap veremiyordu, daha sonra iyice köşeye sıkışınca beni çok etkileyen cevabı vermişti “Daha iyi bir adam olmayı istememi sağlıyorsun”. Benim de, biraz çalıntı da olsa, bunca zaman sonra hep ondan esirgediğim iltifatım budur aslında. O beni hep daha iyi bir insan yaptı. Çünkü o buna değerdi.

İşte bu yüzden; bugün, yarın, 20 yıl sonra veya hayatımın son günlerinde. Onunla hala görüşüyor olmasam da. Beşiktaş’tan Ortaköy’e yürürken, hep daha iyi bir insana dönüştüğümü düşüneceğim. Hep o gelecek aklıma. Ortaköy’e yaklaştıkça minnet duyacağım. Çünkü hep gözü üzerimde olacak, hep kollayacak beni.

İyi ki varsın Vietkong...

20 Eylül 2010 Pazartesi

Beni Yaşamımla Sorgula*



* Bu hayatta; Fenerbahçe-Bjk maçını bile, kombine sahibi olunmasına rağmen, göz ardı etmeme vesile olabilecek arkadaşlarımın olması güzel bir şey. Ne demiştik, insana insan böyle günlerde lazım. Verdik kombineyi, vurduk Ankara yollarına...Sağ olsun arkadaşlar canlı olarak mesajlarla verdi maçın gidişatını. Çok da bir şey kaybetmedik hani...Ulan Fener! sana çok pis laflar hazırladım, bekletiyorum bir yerlerde...

* 2007 Yılında Konya'da bir arkadaşımın düğününe gitmiştim. Orada yaşadıklarımın akabinde bizim malum "Atina'lının" düğününde müzik eşliğinde duvara bakan Yunan'lıları görünce, halkımızın ne kadar oynamaya meraklı olduğuna kanaat getirmiştim. Bu son gittiğim düğün de aynı şeyleri hatırlattı bana. Bizim Karadeniz düğünlerinde anlamsız bir horon vardır (Rize Horonu düşünülenin aksine çok sıradan ve sıkıcıdır), bahsettiğim Konya düğününde inanılmaz bir kaşık havası ritüeli vardı (Oynayanlar durmadan kaşıkları kırıyorlardı, düğün sahibi de hemen yeni kaşığı temin edip oynayanlara veriyordu. Racon böyleymiş!). Bu gittiğim düğündeyse yarı Angara yarı Doğu Aadolu konsepti vardı. Davul zurna ve halay üçlüsü...sen nelere kadirsin...Üç tip düğünü değerlendirme alırsak şu sonuca varabiliriz. En sıkıcı düğünler İstanbul'daki Beyaz Türk Düğünleri! Bir Demet, Serdar çalacak ki coşacaksın...geçiceksin efendi...kafaya kravatın geçirilmediği düğün eksik düğündür...bunu bilir bunu söylerim. (Vedat Özdemiroğlu'ndan: Ruslar için Çaykovski neyse, Demet Akalın bizim için tam tersidir...:)

* Dünya'nın en güzel, en arşivci insanlarında Suner, bana yukarıdaki fotoğrafları mail attı bugün. İlk arabam ve ilk telefonum...Özellikle 96 yılında aldığım, Sahra Telsizi tadındaki Siemens'e dikkat! İnsanın ilk göz ağrısı bir başka olur, fakat sadece o telefonla yaşadıklarımın güzel olmasıdır beni hüzünlendiren. İtiraf etmeliyim ki boktan bir telefondu. Siemens cep telefonlarının neden piyasadan silindiğine cevaptır bu tasarım. Tipe bak! Alsana herkes gibi Ericcson 337, neyin peşindesin be adam! Arabaya gelince...Onu da severiz (Citroen ZX), ayrı. Ama onlarca deneyimimden sonra rahatlıkla söyleyebilirim ki: Fransa'dan ya peynir ya şarap alacaksın, arabasının yanından geçmeyeceksin arkadaş.

* İnsanın Tübitak'ta çalışan arkadaşları olması bir hava sebebi midir? mesela birisine desem ki"Tübitak'ta çok çevrem vardır, her türlü işini hallederim" prim yapar mıyım bu alemde? Beni bilimsel çevresi olan şahşına münhasır biri olarak adlederler mi? İşin gerçeği benim ilgili arkadaşlarla yaptığım sohbetler genelde "hangi ülkede ne ucuza temin edilir?" "Avrupa birliği kredileri nasıl alınır" konseptlerinden öteye geçmiyor. Hayır sağda solda hava yapıyoruz ama altını dolduramıyoruz. En son gittiğimde nihayet söyledim, bari Tübitak Yayınlarından 2 bilimsel kitap ateş edin de evde gösterip mahçup olmayalım sağa sola.

*BTW severim Tübitak'lı Gürcan ile Didem'i...Ankara'nın en güzel yanını almışlar. Anadolu'nun ortasında dingin bir hayat. Memur zihniyetinin ecnebi kültürüyle update edilmiş hali. İstanbul'a taşınmayın! bozarsınız kendinizi...Son bir iltifat, şu ana kadar gördüğüm en sıkıcı olmayan evlilik!..Müzikale gelmesem olma mı?

* Tübitak demişken...Mevcut başkanı, zamanında bizim fakültenin dekanıydı. Tabi biz de her Türk genci gibi 1. sınıfta uzatmışız saçları omuzumuza kadar. Bu arada kalmadı o kültür.Uzun saçlı erkekleri beğenmiyorum diyen hatun ekolüne karşıyız. Türk Genci'nin topluma karşı bir isyan kalesini daha yıktınız, mutlu musunuz? herkes asker traşlı ve sakallı...Bu mudur yani! Neyse, o zamanlar Fakülte Avrupa Kalite Ödülüne aday olmuş. Büyük olay bu, topyekün hummalı şekilde yarışmaya hazırlanılıyor. Herkesin gözü fakültenin üzerinde. Tabi bizim; tek derdi akşam nerde rakı masası kursak olan, makina mühendisliği tayfasının umurunda değil bu çalışmalar. Birinci olursak sağda solda hava atıp pirim yapacağız, o kadar. Bugün bile neden kazanamadık bilmem! Yarışmadan önce bir gün İzmir'li sınıf arkadaşım Özün ile fakülte merdivenlerinde oturuyoruz. İkimiz de Umut Sarıkaya tiplemelerinin hakkını veriyoruz: keçi sakal, t shirt üzeri oduncu gömlek, postal ve tabi ki uzun saç..Makine Mühendisliği öğrencisi olmanın gereği olduğu gibi bir şakalaşma sonucu asıldık birbirimizin at kuyruklarına.İkimiz de yerlerdeyiz! ben diyorum bırak, o diyor önce sen bırak. Yaklaşık 5 dakika yerde hareketsiz kaldık.O sırada mevzubahis dekan üst düzey bir komutana, fakülteyi kalite çalışmalarını göstermek suretiyle gezdiriyormuş. Bir anda karşılarına yerlerde sürünen biz çıktık. Kadıncağız önce bir yutkundu, sonra yanındaki komutana "işte bu da öğrencilerimiz" dedi. Komutanın bakışı unutamıyorum. İlerde askere giderken o adam aklıma gelmişti. Bir denk gelsek "Full Metal jacket" modeli yaşatırdı bana herhalde...Dekanı ondan sonra her gördüğümde de yolumu değiştirdim. O işi de o şekil bağladık..oluyor böyle rezillikler efenim, hayatı brut ele almak lazım.

* Kolpa editöre de söyledim geçenlerde. Hayatı müsbet bilimler üzerinden yorumlamak trend..Rasyonel olmayan; Secret-Karma vs. kolpaları, "Evrende bir enerji var" geyikleri, hakkettiği gibi dayanaksızlıktan çamura saplandı.Amerikan dizi ve film sektörü de bayağı bir yol yapıyor atom fiziğine. Şu CERN deneyinden beklenen sonuç çıksın, "okyanus öteciler"'e meseleyi aşırı derecede çirkinleştirmeyi düşünüyorum.

* Kürtçe eğitim iyi hoş da..bu arkadaşlar ÖSYM sınavlarına nasıl girecek. O metadolojiyi Kürtçe öğrenip Türkçe sınav çözmek olur mu. Hadi çevirmenle farklı kitapçıklar hazırlandı diyelim. Yok yanlış tercüme, yok anlam kayması. Bin tane sıkıntı çıkar. Biz daha Türkçe sınav yapmayı beceremiyoruz. İkinci dilde durmadan sınavlar iptal olur. İlerde de Alanya'lı Ruslar da kendi dillerinde ister. Al sana ÖSYM de gereksiz istihdam. Sonra devletin sırtında kambur var.Boykotton önce bunları tartışalım.

*beni yaşamımla sorgula
iki gözüm
beni yüreğimle
beni özümle.

bilimle anla beni
felsefeyle anla beni
tarihle anla beni
ve öyle yargıla.
(Ersin ERGÜN)

14 Eylül 2010 Salı

Gözleri Dört Defa Lacivertti...


AH MÜJGAN AH SADRi BABA ANLATIYOR
Yükleyen irfan3334. - Güncel haberleri izleyin



sevgimizin bir tanesiydin Müjgan.
saçları sırtına kadar sırma sırma dökülür,
elleri ufacık, gözleri dört defa lacivertti.
ve de her ne hikmetse o da bana gönüllüydü.
öyle bir sevdim ki Müjgan’ı,
dünyamı şaşırdım, haddimi bilemedim,
evleniriz gibi geldi bana.
evimiz, yuvamız olur, ışığımız yanar,
fakir soframız kurulur gibi geldi.
sahil bahçesinde gazoz içerekten
gizli gizli mal-ü hülya kurardık.
sonrada çarşılara giderdik.
eşya beğenirdik elden düşme;
aynalı konsolumuz
topuzlu karyolamız bile olacaktı.
Müjgan’ın her an her bi daim yanında olacaktım
ama olmadı gitti.
nereye mi ?
paraya gitti abicim paraya
nasılda sevmiştim yıllarca ben seni
her akşam bekledim yollarını
elbet bir gün biz yuva kurarız derken
duydum evlenmişsin sen zengin bir gençle
zengin olsaydım sensiz kalmazdım
her an düşünüp seni hiç ağlamazdım
param olsaydı aşkım kalırdın
seve seve yanımda benimle yaşardın
nikah resimlerimizi de çektirdiydik.
sonra Karpuzcu Raşit ağabeyinin
kayınbiraderine borç ederekten
nişan yüzüklerimizi de yaptırmıştık.
ama Müjgan takmadı bunu
takamadı uçuverdi elimden.
meğer gizlice altın bir kafes bulmuş kendine.
Müjgan’ın gelinliğini hususi diktirmişler,
benim gibi kiralık tel duvak almaya kalkışmamışlar yani
öyle sevindim ki.
mesut ve bahtiyar olsun diye dualar ettim hergece
sonramı ne oldu
Müjgan gibi bende
birbirimize ettiğimiz sözleri
ettiğimiz yeminleri unuttum.
bir daha mahalleye gelmedi müjgan, gelemedi.
bizim dar ve eski sokaklara otomobili sığmıyormuş dediler.
senede birkaç ay zaten avrupa’daymış dediler.
zaman şifalı bir ilaçtır unutursun dediler,
unuttum bende unuttum
hiç aklıma gelmedi.
hatırlamıyorum Müjgan’ı
hatırlamıyorum şimdi
Bu şiiride ben yazmadım zaten
Unuttum abi bende unuttum
Hatırlamıyorum şimdi
Müjganın gözleri ne renkti

Beklerken...

* 26 Eylül'ü bekliyorum...Zira son yıllardaki favori dizim Dexter'in yeni sezonu o tarihte başlayacak. Düşünüyorum da, en son bu şekilde beklediğim dizi Lost'un 3. sezonuydu sanırım. Lost malumunuz mantara bağladı ve bitti. Lost'un aksine Dexter'in bu alemde milad olacağını düşünenlerdenim..Go Morgan Go!

* 20 Eylül'de neler olacak? kaygıyla bekliyorum...PKK'nın ateşkesi o tarihte sona eriyor. Eylemlerle beraber herkes referandumdaki tercihini sorgulayacaktır.Süreç de ilginç ilerliyor...20 Eylül den sonrası büyük olaylara gebedir.

* Beyrut'a gitmeyi bekliyorum. Şu sıralar en merak ettiğim yer orası. Şaka maka ılımlı islama mı kayıyorum bilinmez, ama son zamanlarda Arap&Pers kültürü feci ilgimi çekmekte. Bayramda veya yılbaşında olur mu acaba??. Ondan sonra da İran'a gidebilmeyi bekliyorum...

* Ada sahillerinde bekliyorum...

* Her ne kadar herkes ümidini kaybetse de, ben Andy Kaufman'ın bir yerlerden çıkmasını bekliyorum, umuyorum...

* Pulp'ın & GNR'ın tekrar birleşmesini, eskisi gibi albümler yapmasını bekliyorum.

* 2011-2012 Futbol Sezonunu bekliyorum... Zira bu sene bizim takımdan bir şey olmayacağı muhtemel.Aziz Yıldırım'ın gitmesini bekliyorum...

* Godot'yu bekliyorum...

* 2011'in ilk işini bağlamak için bekliyorum. Şu 2012'yi bir bulsak, atlatacağız gibi krizi. Ha gayret be...

* C. Nolan'ın bir Batman Filmi daha çekmesini bekliyorum. Hatta, kendisi sabah akşam film çekse tapiyiz. Bir de şu Spider Man serisine el atmasını bekliyorum.

* Başka güzel şeyleri de, sanırım onları beklemeyi sevdiğimden, durmadan bekliyorum...

* Tostumu yedim bekliyorum.

12 Eylül 2010 Pazar

Twitter Tadında Blog Mesajları...



* Biraz önce referandum sonuçları açıklandı.Ne olur ne biter üzerine çok konuşulur, ama unutulmasın ki bu seçimin gerçek galibi BDP'dir.

* Bir işadamından duyduğum önerme gerçekten doğru sanırım: Türk Halkı'nın genlerinde hayır demek yok!

* Ben televizyon programcısı olsam, referendum sürecinde kesilikle Erkan Yolaç'ı ekrana çıkarırdım. Düşünesenize, 2 saat boyunca vur dibine evet-hayır geyiğinin. Bir de Gandhi Kemal'i yarıştırsa ne güleriz yahu(Oy vermeyi beceremeyen genel başkan olur mu!)

* EVet sonucu çıktı diye Türk Milleti'ni gerzikalılık ve cahillikle suçlayan lümpen arkadaşlarım! sizin bu ikircikli (bu lafı da RTE'den kaptım) tavrınızdır hattızatında Akp'yi tepemize çıkaran.Kendizi oturduğunuz yerden , farklı bir yere koymaya çalışacağınıza biraz katılımcı olsanız belki bir şeyler değişecek. Miyagi'nin Dainel'e söylediği gibi: sen savun, sayı gelir...

* Bir de, seçim sonuçları sebebiyle, Aziz Nesin'in malum lafına atıfta bulunanlar var. o, bu önermesini uzun bir listeyle desteklemişti. Bakın bakalım; ailenizin o lafın edildiği yıllardaki tercihleri ilgili listede var mı? Mesela 12 Eylül anayasına evet diyen, Turgut Özal gibi birisine oy verenlerin evlatlarının sağda solda Aziz Nesin'den bahsetmesi ne kadar komik.

* Bu akşam, Dünya Basketbol Şampiyonasında, USA ile final oynayacağız. Sonuç ne olursa olsun, böyle sempatik bir takıma sahip olduğum için gurur duyuyorum. Her ne kadar eleştirilseler de basketbolu yönetenlerle futbolu yönetenler bir yer değiştirse ya?

* 90 lı yılllarda basketbolumuza damgasını vuran adamdır Larry Richard. Aşağıda Facebook profiline, bu akşamki maç için, yazdığı iletiyi yapıştırıyorum. Ne güzel adamsın sen Larry! Bu ülkeye yabancı sporcu gelecekse, böylesi gelsin.

Just wanted to say congrats to the Turkish National Team for making the finals after a great match against Serbia. Turkish basketball has come a long way. I am so proud and happy. Well tomorrow its against USA. Hmmm, I know i'm gonna get a lot of heat from my friends here in the states, but I hope the Turkish team wins...

* Referandum bitti, Dünya Basket Şampiyonası bitiyor...gündem Fenerbahçe'nin rezil haline kayacak gibi..."Yetmez ama, Aykut!" diyoruz ama, bu yönetim de artık gitsin istiyoruz be anacım...

7 Eylül 2010 Salı

HAVET!



Son günlerde bütün iletişim organlarında referendum teranesini dinlemekten tek sıkılan ben değilimdir sanırım. Hayatımız boyunca; bizi futbol fanatikliğiyle suçlayan, bir takımın peşinden bu kadar koşulur mu diyen, taraf olmayı gereksizlik, rakip görmeyi eziklik bilen insanların, körü körüne destekleme hususunda bizi kat be kat aştıklarını eğlenerek izliyorum.

Mübalağa etmiyorum, şu an kutuplaşanlar takım fanatikliğinin bir adım gerisinde değil. Herkes, kendini bir tarafı savunmak zorunda hissettiği için, neferlik yapmakta. Bu çığırtkanların çoğunun referendum maddelerine hakim olduğuna bile inanmıyorum. Şu an okuduğunuz yazıyı referenduma 6 gün kala yazmakta olan kulunuz, hala nereye oy atacağına karar vermemiş durumda. Dolayısıyla ben bu satırları yazarken sesli düşüneceğim. Birçoğunun yapmak istemediği şekliyle, konuya tarafsız bakmaya çalışıyorum. Çünkü ben parti borazanı değilim, kayıtsız şartsız hiçbir oluşuma teslim olmam. İrdeler, kararımı öyle veririm. Bir kişinin veya oluşumun her zaman doğru kararlar vereceğini iddia etmek, Atatürk'ün Beşiktaş'lı olduğunu iddia etmek kadar komik ve tutarsızdır çünkü.

İlk olarak, ben bu parti atışmalarını fabrika patronu-sendika çekişmelerine benzetiyorum. Görünürde 2 taraf var, fakat değişmeyen gerçek aşikar. Bir taraf muktedir öteki taraf hizmetli!. CHP öyle bir siyaset güdüyor ki sanırsın asla iktidar olmak gibi bir niyeti veya umudu yok. Durmadan, bu referanduma evet çıkarsa, hükümetin devletin bazı kanallarını ele geçireceğini ve bunun da AKP nin "malum" hedeflerine ulaşması için son darbeyi vuracağını söylüyor. Behey basiretsizler! 2 sene sonra genel seçim var, sen iktidar ol sen kullan o kanalları da 8 senedir eleştirdiğin düzeni paramparça et! Referendum bütün bu hakları AKP ye bağlamıyor ki, iktidar partisine bağlıyor. Bu ne ezikliktir bu ne mağlubiyeti kabullenmektir! Adamın biraz gururu olur. BJK bile bıraktı "nasıl olsa 2 büyüğün yanında yer alamıyorum bari ezilene yatıp prim yapayım" stratejisini. Adamlar Q7'yi aldı, CHP hala Kamer Genç ile gol yollarında etkili olmaya çalışıyor.

Şimdi buna şu şekilde cevap verenler olacaktır "Hayır diyenler ülke menfaatini ve demokrasiyi ön planda tutuyorlar". Güler geçerim. Bu ülkede; CHP nin belediyelerde ve devlet idarelerinde yaptığı kadrolaşma ve adam kayırma rekorunu, herhalde uzun yıllar hiçbir parti kıramaz (Bu yazdıklarımı; uydurmuyor, bizzat devletle iş yapan birisi olarak gözlemlediğim için söylüyorum).

Ayrıca; ister demokrasi deyin ister kuvvetler ayrılığı, bu kavramları iktidardan ayırabilmiş hatta ayırmayı istemiş, modern batı dünyası dahil, hiçbir düzen yoktur olamaz da. Bize anlatılan şehir efsanelerini bir kenara koyarsak, batı toplumunda da (özellikle USA'da) yargının hükümet politikalarına hizmet ettiği aşikardır. Zaten batıda, bizi uyutmak için anlatılagelen demokrasi kavramından eser yoktur. Zira o çok özendirilen medeni topraklarda; çatıdan Türk Bayrakları indirilir, cami minareleri yıkılır, başka ırktan olanlara pislik muamelesi yapılması vaka i adiyedir. O yüzden açık konuşmakta fayda var; eskiden yargı asker ve savcı insiyatifiyle taraflıydı, artık iktidar insiyatifiyle taraflı olacak. Giren çıkan hep vatandaşa olacağı için bu hususta ahkam kesmenin beyhude olacağını düşünüyorum. Ayrıca tutarlı olmakta fayda var, şu an iktidarda AKP yerine "Süper Atatürk'çü ve laik" bir parti 8 yıllık saltanat sürmüş olsaydı, o Facebook ta her allahın günü HAYIR'lı görsellerle kafa şişiren sıkıcı insanlar, aynı maddeler için bayıla bayıla evet tercihini destekleyeceklerdi. Zaten esas da budur, anayasa particilikten ve siyasetten bağımsız olmalıdır. Doğru, iktidarda kimin olduğuna göre farklılık göstermemelidir.

Gelelim öteki tarafa. AKP nin bu referendumla; tatlı su kurnazlığı yaptığı, hakkaniyetli maddelerle insanın gözünü boyayıp kritik 2 maddeyi geçirmeye çalıştığı, konuşulması gereken noktaları hasıraltı edip ot bokla "Evet" oyu istediği zaten açık. Ayrıca 12 Eylül'ün; yarattığı ve yol verip nemaladığı bir mantalitenin son temsilcilerinin darbecilere kızıyor gibi yapması tamamen bir ortaoyunudur. Adama sorarlar: bu ülke 12 Eylül'den önce de müslümandı ama senin mahsulu olduğun tarikatlar piyasada yoktu, o nasıl olacak? Bununla beraber AKP'nin, 250 mebusunun hakkında işleme konulamayan davalar olduğu bir ortamda, milletvekili dokunulmazlığını kaldırmaya yönelik bir aksiyonu olmadığı sürece hak hukuk adaletten bahsetmesi ayıptır, yavşaklıktır!

RTE'nin, tabiri caizse arkadan rüzgar yapıp televizyon karşısında yüzleşmeden kaçması da delikanlılığa sığmaz. Neden korkuyorsun, neyin açığa çıkmasından çekiniyorsun? sıkışınca "one minute" çekip, gider yapacağın bir moderatörü de kabul eder bizim Gandhi Kemal. Türk Milleti'nin örfünde yüzüne söyleyemeyeceğin şeyi arkadan konuşmak yoktur. Nasıl Kasımpaşa'lılık bu efendi...

Bir tarafta yenilgiyi baştan kabul etmiş, bütün kalelerine girilmiş, bezmiş, yokolmuş bir muhalefet.Öteki tarafta insanları salak yerine koyan, satılmış,yalancı ve takiyeci bir iktidar.Siz gerçekten hangi karar çıkarsa çıksın bu ülkenin demokratlaşacağını mı zannediyorsunuz?

İnsanlar işsiz, insanlar aç...İşsizlik tavan yapmış, kimsenin gelecekle ilgili bir umudu yok, herkes mutsuz, herkes çaresiz...

Verdiler elimize bir referendum geyiği kıvırıp kıvırıp duruyoruz. Artık 13 Eylül sabahı naparız gerisini bilmem.

* Görsel: İcmihrak.blogspot.com