21 Eylül 2010 Salı

VİETKONG

Hiç Beşiktaş’tan Ortaköy’e yürüdünüz mü…? Tersi istikamette yürümekten farklıdır. .Beşiktaş yönüne doğru yürüyorsanız; mesela işinize gidiyor olabilirsiniz, belki de benim ve tarafımdakilerin hiç ilgisini çekmese de, tuttuğunuz takımın maçı için çocukça bir heyecan içersindesinizdir veya Üsküdar teknesine yetişmenin stresidir adımlarınızı hızlandıran
Hiç Beşiktaş’tan Ortaköy’e yürüdünüz mü…? Kuruçeşme’de gece kulübüne gidiyorsanız zaten arabalısınızdır. Oralarda fazla iş yeri de yoktur zaten… Otobüse binmeye paranız olmasa ve o yolu yürümek zorunda olsanız bile, gene de mutlu eder o asmanın altından geçmek sizi.
Beşiktaş’tan Ortaköy’e yürürken güzel şeyler hissetmeyeniniz var mıdır?

Yarın ne olurum bilmem. Nereye giderim, nasıl bir hayat yaşarım…Hızlı yaşayıp genç de ölsem, kolsuz atletle televizyon başında ömür de çürütsem…Hep yalnızlığı tercih de etsem, çoluk çocuğa karışıp erken rezervasyonla ucuz tatil de kovalasam…Büyük adam da, kadere küfür ederek haksızlığa uğradığını iddia eden kaybedenler kervanında biri de olsam...
En nihayetinde yürüyeceğim o yoldan son bir kez…Her şeyden öte, o an ne hissettiğimden bağımsız, o gelecek aklıma.

Üniversitenin ilk yılları.Nasıl da her şeyi bildiğimizi, herkesi tanıdığımızı zannederdik.
Açıkça tavır alan kızlardandı: Anadolu’dan geldim ama İstanbul’un hakkını verebileceğim yerinde otururum, kendi ayaklarımın üzerinde dururum, en güzel yerde yemek yerim. Yani ben bu şehirde mutlu olabilirim! Peki siz mutlu musunuz ki?
İşimize gelmedi tabi. Zira o zaman; Yılmaz Büyükerşen bu kadar popüler değildi, Mail Büyükerman’ın belediyecilik anlayışı Doğan Medyası tarafından bu kadar pohpohlanmıyordu, Dadı& Es-Es gibi kötü diziler çekilmemişti ve Eskişehirspor 1. Ligde değildi. Bizim orası hakkında tek bildiğimiz Mithat Körler ve çalışmak zorunda kalmamak için dua ettiğimiz Arçelik Fabrikası’ydı. Porsuk’un etrafındaki cafeler ise biz de yazlık disko çağrışımı yapıyordu.

Eskişehir’den gelmiş, bize hayatı öğretmeye çalışıyor. Bırak bu işleri…

Şakalara gülmeyi bilir, hatta beğendiğini üzerine alırdı. Egosu fazlaydı ama aptal insanları ayırt edebiliyordu. Pastoralliği abartırdı. Durmadan; kuşlar, böcekler, tabiat, manzara muhabbetleri yapması sıkıcı ve sıradandı, ama bu Tatar Kızında hiç kimse de görmediğimiz bir naiflik vardı işte!
11 sene boyunca içinde bulunduğu fiziksel şartlardan bir kere bile şikayet ettiğini duymadım. Eskişehir’de ortalama üzeri bir ailenin kızıyken, İstanbul’da boğaz manzarası uğruna elektrik sobalı bir evde oturmayı göze almış bir insandan beklenecek de buydu.
Zaman içerisinde o derme çatma evi bir saray yavrusuna çevirdi. Ayrıca, hep istediği ve bence de kendine uygun olan reklamcılık sektöründe çalışmaya başladı. Hepimizin başına gelen onu da en zayıf yerinden vurdu ve duygusallaşmaya başladı gün be gün. O isyankâr tavır, başkalarının sorumluluklarıyla törpülenmeye başlamıştı. Onu hep kızdırdığım gibi (ne yazık ki doğru!) ,daha fazla ılımlı ama daha az yönlendirici bir insana dönüştü. Hatta son yıllarda; ne saatlerce manzaraya karşı oturup kitap okuduğundan, ne de güneşin batışını izleyip mutlu olduğundan bahsediyor bana. Sebep benim her defasında dalga geçiyor olmam değil, benim laflarıma takılmaz. Bence artık o da, çoğunlukla, eskisi gibi hissetmiyor.

Bugün baktığımda:
Sadece anlatmak istediği kadar anlatıp, hep büyük parçayı kendini saklıyor olsa da. O sevimli suratıyla bazen insanları, asla kullanmak değil de, manipüle ettiğini düşünsem de. Rahatına düşkünlüğü bazen beni çıldırtsa da. Asla çok hırslı bir insan olduğunu kabul etmek istemese de. Ayakkabı tercihlerini hiç beğenmesem de. Sigarayı bırakmayı bir kere bile denememesi beni çok üzse de. Hayata, hep işine geldiği açıdan bakmaya çalışması ve o deli inadı beni mütemadiyen kitlese de…Hep büyümek için ona ihtiyacım oldu.

Bir keresinde bir film izlemiştim. Dünyanın en aksi, kaprisli ve bencil adamından, bir kadın kendisine iltifat etmesini istiyordu. Adam ilk başta cevap veremiyordu, daha sonra iyice köşeye sıkışınca beni çok etkileyen cevabı vermişti “Daha iyi bir adam olmayı istememi sağlıyorsun”. Benim de, biraz çalıntı da olsa, bunca zaman sonra hep ondan esirgediğim iltifatım budur aslında. O beni hep daha iyi bir insan yaptı. Çünkü o buna değerdi.

İşte bu yüzden; bugün, yarın, 20 yıl sonra veya hayatımın son günlerinde. Onunla hala görüşüyor olmasam da. Beşiktaş’tan Ortaköy’e yürürken, hep daha iyi bir insana dönüştüğümü düşüneceğim. Hep o gelecek aklıma. Ortaköy’e yaklaştıkça minnet duyacağım. Çünkü hep gözü üzerimde olacak, hep kollayacak beni.

İyi ki varsın Vietkong...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder