26 Ekim 2010 Salı

Facebook Taleplerim

• Kimse nasıl İstanbul trafiğinde sıkışıp kaldığını ileti olarak yazmasın! Mal bu, ayran olur cacık olmaz. Yeni mi fark ettiniz İstanbul’da trafik olduğunu!


• Yılmaz Özdil yazılarını post eylemek yasaklansın! Hayatta tek ekmeği AKP olup, hiçbir fikir üretmeden laf cambazlığıyla pirim yapmaya çalışan basiretsizler midir bizim medya kahramanlarımız?

• Kızlar terk edildikten sonra Can Yücel’den alıntılar yapmasın! Bıktık artık “Bağlanmayacaksın körü körüne” şiirini okumaktan. Bir zamanlar Şebnem Ferah’ın “Sil Baştan” şarkısı tüketildi bitti de, sıra ustaya mı geldi.

• “Kız kıza çıktık bu gece” kolpası bitsin! Çok mu matah bir şeydir Çamlıca Kız Lisesi Pilav Günü tadında takılmak. Erkeklere “Çok güçlüyüm size ihtiyacım yok” mesajını vermenin daha naif yolları olmalı. Ayarlayın bunları…

• İçinde insan fotoğrafı olmayan kedi albümleri engellensin! Kediniz sevimli değil ve çok anlamlı bakmıyor. Bizden söylemesi…

• Evlilik,nikah gibi kutsal hadiseler event olarak açılmasın! Boşanırsanız duruşmanızı da “event” leştirmeye maçanız sıkıyor mu peki? “Event occurs at” miş…tövbe…

• Kimse kimseyi Tekas Hold’em poker e davet etmesin. Siz kredi kazanacaksınız diye neden çekmeye çalışıyorsunuz bizi oraya?

• Gecenin bir körü uyuyamama eylemine dair isyankar iletilere bir çeki düzen verilsin! Uyuyamıyorsan banane. Çok müşkil durumdaysan koyun say!

• Karşı ideolojiye, rakip takıma, eski sevgiliye, gıcık patrona, hayırsız arkadaşa laf sokmak, hatta çirkinleşmek yaygınlaşsın! İnsanlar bu iletileri beğensin, müspet yorumlar yapsın. Kaos hüküm sürsün, kimsenin içinde kötü şey kalmasın...

Suat (III)

-Erman Cengiz?

-Evet , benim.

-Erman benim, Suti… Nasılsın?

-Suti! N’aber yahu… Şaşırttın beni.


Suat, bütün hafta onunla konuşmak için yanıp tutuştuğunu, onu görebilmek için süpermarketin İstanbul’daki 3 ayrı şubesini bir şeyler almak bahanesiyle ziyaret ettiğini söylemedi. Aslında ayaküstü konuşmalarından öteye fazla bir şey de konuşmadılar. Suat eski günleri yâd etme arzusundaydı ama konuyu açmayı kendine yediremiyordu. Acıbadem’deki o gün de Erman’a karşı aynı tutukluğu yaşamıştı.


***

Lisedeyken eve döndüğünde yengesiyle aynı evde kalmaktan rahatsız olur, amcası gelene kadar kendini dışarı atardı. Hastaneye kadar bir tur atar, apartmanın önünde amcasını beklerdi. Akşamları genelde ders çalışmak ve amcasıyla sohbet etmekle geçerdi. Bir gün, gene derinlere dalmışken, kafasını kaldırıp onu görmüştü. Tiril tiril sarı saçları, kirli suratı ve soğuktan tir tir titremesine engel olamayan muşamba montu ile karşısında duruyordu.

-Merhaba arkadaşım. Hep buralarda görüyorum seni, nasılsın? Suat çekingen tavrıyla bir şeyler geveledi. Erman konuşurken başını yerden kaldırmayan bu çocuğu sevmişti. Biraz daha muhabbet etmişlerdi ki Koca Rıza’nın gelişiyle sustular.

–Yarın görüşürüz Suat!

Koca Rıza bu yakınlaşmadan hoşlanmamıştı. Suat’a bu çocuğun serseri olduğunu ve onunla fazla görüşmemesi gerektiğini söyledi. Suat onaylarmış gibi yaptı. Suratı yara içindeki bu serseri çocuk, anlamadığı bir şekilde onu çekmişti.

Tam beş senesi Erman ve yeni arkadaşlarıyla geçmişti.

***
Erman ile Cuma günü tekrar konuşmak üzere sözleştiler.

Telefonu kapatır kapatmaz dâhili hattından sekreterin aradığını gördü. Kayınpederi kendisiyle görüşmek istiyordu. Suat’ı asla cep telefonundan aramazdı. Bunu, teknolojiye çok alışamamak olarak yorumlasa da, esas niyetinin konuşmalarına resmiyet katmak olduğu açıktı.

-Merhaba baba

-Suat nasılsın oğlum?

İş hayatı ile ilgili biraz lafladıktan sonra kayınpeder esas konuya geldi. Suat böyle bir şeyi bekliyordu. Aysel’in babasını arayıp işlediği açıktı. Babası gene, buna hakkı olup olmadığını sorgulamadan, konuya müdahil olmuştu.

-Suat, bu hafta sonu itibariyle dağa gidiyoruz. Kar seviyesi fevkaladeymiş. Sizi de bekleriz. Petek için de değişiklik olur. Sevinir yavrucak. Sonra dönersiniz.

-Bilemiyorum baba, Cumartesi günü toplantım olabilir. Ayrıca Pazar günü için de arkadaşlarıma verilmiş bir sözüm vardı…

-Evet, Aysel bahsetti. Suat, bir şey soracağım, nereden çıktı bu maç işi?

Suat’ın karşı karşıya kaldığı muamele son zamandaki hayatının özeti gibiydi. O an içinden gelen bir ateş topunun boğazında düğümlendiğini hissetti. Gözleri yerinden fırlayacak gibiydi. Hiç tarzı olmadığı halde, hararetli bir konuşma yapmaya kendisini hazırlamıştı ki, Koca Rıza’nın sesini duydu bir yerlerden. “Yapma evlat, o senin büyüğün. Yapma…”. Suat sakinleşti. Durumun eski arkadaşlarıyla sıradan bir buluşma olduğu konusunda açıklama yaptı. Hafta sonu için de Aysel ile konuşacağını söyleyip nazikçe telefonu kapattı.

Suat ilk defa o gün asansör aynasında kendisine bir başka şekilde baktı. Üniversite yılları aklına gelmişti.

***
Sınavlara, o kadar hengâmenin içinde amcasının zorlamasıyla hazırlandığını, yarım yamalak bilgisiyle nasıl da iktisat fakültesini tutturduğunu hatırladı. O zamanlar farklılardan da farklı bir hali vardı okulda. Seksen sonrasının politik duruşunu korumaya çalışan ve bu olaylardan uzak durmak için azami gayreti sarf eden kutuplardan başka bir yerde, başka ihtirasların peşinde, sessiz bir öğrenciydi o. Sağ-sol çatışması içindeki öğrencileri görünce hep babasını hatırlardı. Birçoğu Suat’ı aralarına katmak istese de, o hep bu konuların dışarısında kalmayı tercih etmişti. Aktif öğrenciler Suat’ın aslında nasıl biri olduğunu bilirdi. Bu sessiz çocuğun üzerine fazla gelinmesine vereceği tepkiyi tahmin edebiliyorlardı. Acıbadem’li Suti’nin şöhreti, İstanbul Üniversitesi koridorlarına çoktan ulaşmıştı bile…

Suat ilk iki sene üniversiteye doğru dürüst uğramamıştı. Kendine göre daha mühim meseleleri vardı. Amcasının çektiği restle, son 2,5 senede okulu bitirmişti. Tabii bu mezuniyette ona uzaktan hayran olan alt sınıfların da yardımı yadsınamazdı.

***
Boğaz trafiği aynı yoğunlukta olsa da, o gün evin yolu daha bir kısa geldi. Radyolardaki ana konu hafta sonu gelecek olan soğuk hava dalgasıydı. Pazartesi günü okulların tatil edilebileceğinden bahsediliyordu.

Suat anahtarla kapıyı açtı. İlk duyduğu Petek’in sevinç çığlığı oldu. Her eve geldiğinde karşılaştığı bu merasim, onun için dünyalara bedeldi. Kızına sarılırken arka odadan Aysel’in geldiğini gördü. Aysel, soğuk bir hoş geldin ile onu karşıladı. Suat umursamış gözüktü bu tavrı, karısına sarıldı ve hatırını sordu. Aysel’in kendisinden sonra da babasıyla konuştuğunu biliyordu. Suat’ın, kayınpederine hafta sonu için kesin bir şey söylememesi onu rahatsız etmişti. Bu, Suat’tan görmeye alıştığı tavır değildi. O’nun her zamankinden daha neşeli hareketleri sinirini ve merakını arttırdı. Ama bir şey söylemedi. Kocasının bu tarz konuşmaları başlattığına hiç tanık olmamıştı. Genelde bu meseleleri kendisi açardı. Alışık olmadığı üzere, Suat yemek masasında konuya girdi:

-Bugün babam aradı beni, lafladık biraz.

-Hıı… Evet...

-Biliyor muydun?

-Evet, bir ara biz de başka bir konu hakkında konuştuk. O sıra mevzusu geçti…

-Hafta sonu dağa gidiyorlarmış. Bizim de gelmemizi istediler. Sen gitmek istiyor musun?

-Senin planın yok muydu?

Suat duraksadı. Karısıyla herhangi bir konu için tartışmak, isteyeceği en son şeydi. Güzel karısını herhangi bir sebepten dolayı üzmeye hakkı yoktu. Bununla beraber  kendisi için bir şeyler yapmaya başlamasının gerektiğinin de farkındaydı. Boğulacak gibi olup, uyandığı geceleri istemiyordu artık. Hep dilinin ucundaki cümlelerle yaşamak zor gelmeye başlamıştı. Artık o cümlelerin, sevdiği insanların dilinin ucuna yerleşme sırası gelmişti.

-Evet var. Hatırlarsan Pazar günü Petek’le maça gidecektik. Babanın teklifi de çok cazip. Bak ne diyeceğim, benim Cumartesi günü önemli bir toplantım var. Geç saatlere kadar sürer. Pazar günü de malum sözüm var, iptal edemem. Bu hafta sonu kar geliyormuş, istersen sen Petek’i al ve babanlarla dağa git. Pazar günü maçtan sonra ben de sizin yanınıza gelirim. Bir haftalık Uludağ tatilini hak ettiğim konusunda şirkette kimsenin lafı olmaz sanırım. Bütün hafta tüm aile baş başa tatil yaparız. Hepimizin çok ihtiyacı var buna. Senin de itirazın olmazsa babamı arayacağım bu hususta.

Aysel, bu makineli tüfek intizamı ile verilmiş cevap ile önce yutkundu. Fazla üzerinde düşünmeden kabul etti. Suat, hiç vakit kaybetmeden, Petek’e dağ için bir şeyler almaları gerektiği konusunu açtı. Aysel konuları yakalayamıyordu. Genelde Suat’ın söylediklerine onay verdi. Sofrayı toplarken ağzından zorlukla kelimeler döküldü.

–Suat, Pazar günü….kimlerle gideceksin maça?

Suat Acıbadem’den lise arkadaşları ve şirketten çocuklarla beraber gideceklerini söyledi. Hafta sonu olan maçın çok önemli bir derbi olduğunu, gazetelerin spor sayfalarındaki haberleri refere ederek anlattı. Aysel bir şey söylemedi. Kocasındaki bu coşkuya alışkın değildi. Kendine gelip konuyu daha derin irdelemeye karar verdi ki, Suat’ın telefondaki konuşmasını duydu. Babasıyla konuşuyor, önümüzdeki haftaki planı anlatıyordu.

***
Cuma günü herkes şirkette Suat’ı konuşuyordu. Son günlerdeki tavır ve hareketleri eskisinden farklıydı. Kadınlar, Suat’ın metresi olduğunu düşünüyordu. Hatta bazı adaylar üzerinde yoğunlaşmışlardı bile. Erkeklerin ise tamamen farklı bir yerden irdeliyorlardı konuyu. Onlara göre Suat genel müdür yardımcılığına terfi edilecekti. Bu coşkusunun sebebi buydu. Suat mesai sonuna doğru yardımcısına seslendi: “Maykıl! Buralar sana emanet. Bankalarla bir sıkıntı çıkarsa otelin telefonundan ara beni.” Yardımcısı gülümsedi ve başıyla onayladı. O sıra Suat’ın telefonu çaldı. Öğlen saatlerinde aradığı Erman, hala cep telefonu taşımaya alışamayan biri olduğu için, ancak bu saatte ona dönmüştü.

-Boniek, şimdi mi arayabildin?

-Suti kusura bakma, bir alışamadım şu merete. Hafta sonu geliyorsun değil mi? Herkese söyledim.

-Evet, nasıl yapıcaz…?

-Bir gece önceden toplanıyoruz. Eski günlerdeki gibi… Herkes çok heyecanlı... Genç arkadaşlar da seninle tanışacakları için heyecanlılar.

Suat ayrıntıları aldı. Aysel’leri uğurlamaya yetişmesi gerekiyordu. Apar topar şirketten çıktı.

Eve gittiğinde kayınpederi eşyaları arabaya yüklüyordu. Bütün çabasına rağmen gene trafiğe takılıp geç kalmıştı. Ayaküstü bir sohbetten sonra Petek’i kucakladı ve öptü. Fazla üşümesin diye hemen arabaya bindirdi. Kayınpederi ona arabasını almamasını, Pazar günü yolda kalabileceğini, haftaya hep beraber dönebileceklerini söyledi.

Suat, Aysel ile yüz yüze geldi. Karısına sarıldı. Kulağına, içinden gelen ilk şeyi fısıldadı.

-Aysel seni çok seviyorum. Pazar günü orada olacağım.

Aysel kafasıyla onayladı. Kocasından bu cümleyi bu kadar içten duymayalı bayağı bir zaman olmuştu. İki gün boyunca hep bunu düşünecekti. Bir ara babasına gelmekten vazgeçtiğini, yarın Suat ile geleceğini söylemeye karar verdi. Sonra Petek’e bakıp vazgeçti….

6 Ekim 2010 Çarşamba

Suat (II)

Suat Pazar sabahı uyandığında henüz herkes yataktaydı. Normalde bu saatlerde kalktığında kahvaltılık bir şeyler alırdı. Saat 09:15, Aysel ve Petek’in uyanmasına daha çok var. Biraz dolaşmak iyi gelebilirdi. Paltosunu giydi ve dışarı çıktı. Apartmanın kapısını açtığı an şubat soğuğunu yüzünde tokat gibi hissetmişti. Sokakta saatlerce tek başına yürümek…Küçükken kendiyle baş başa kalmak için tek şansı buydu. Artık bunun yerini, köprü trafiğinde geçirdiği zamanın aldığını fark etti. Tek farkla, arabadayken hep kötü şeyleri düşünüyordu, yürümek ise mutluluktu. Uzun zamandır tek başına yürümediğini düşünürken, evinden 100 metre bile uzaklaşmamıştı ki, telefonunun çaldığını duydu.

-Suat, fırına mı çıktın? Gelirken süt de alır mısın?

Aysel normalde bu saatte asla kalkmazdı. Kapı sesini duyunca meraktan aramıştı. Suat’ın yalnız yürüme hayalleri başlamadan bitti.

Eve döndüğünde Aysel’in suratında bu kadar erken uyandırılmanın memnuniyetsizliğini gördü.

-Hayırdır, hiç bu kadar erken kalkmazdın. Hasta mısın yoksa?

Aysel de, her kadın gibi, en ufak bir sıkıntıyı hissedebiliyordu. Uykusunun kaçtığını, Cuma günkü toplantının kafasına takılığını söyledi. Pazar kahvaltıları Aysel için önemliydi, suratındaki ifadeyi değiştirip masaya oturdu. Kahvaltıdan sonra Aysel yeni aldığı cep telefonunun sunumunu yaptı. Çok pahalı olduğu belliydi. Suat, öncekine göre ne farkı olduğunu sorma gereği hissetti.

-Kamerası var Suat. Görmüyor musun?

Suat fotoğraf makinası ile cep telefonunun bir arada olması durumuna şaşkınlıkla baktı. Gerçekten kafasında oturtamamıştı. Ne gerek vardı ki! Aysel’e düşüncesini belli etmedi. Böyle lükse kaçan alışverilerde , Aysel’in kendisinden bağımsız malum bir bütçesi vardır. Ailesi hayat boyu her istediğini almış kızlarının “mağdur” duruma düşmesini istemezdi tabi. Suat, karısı adına sevindiğini söyledi ve Petek ile oynamaya koyuldu.

Öğle saatlerine doğru sabahki erken kalkma miskinlik olarak geri dönmüştü. Aysel ve Petek, her Pazar yaptıkları gibi, bir köşeye kıvrılmış uyuyorlardı. Suat tekrar yürüyüşe çıkmayı düşündüyse de bundan vazgeçti. İçinde tarif edebildiği ama üzerine düşünmek istemediği bir sıkıntı vardı. Kendi başına bir şeyler yapmayalı çok uzun zaman olmuştu. Hatta bunun nasıl bir şey olduğunu dahi unutmuştu. Haftanın bu saatlerinde gazete okur TV de bir şeyler var mı diye bakardı. Yapmadı. Yatak odasına gitti ve Aysel’in kulağına eğildi.

-Aysel…Aysel….

-Hııı….

-Ben arabaya antifriz almaya gidiyorum. Önümüzdeki hafta çok soğuk olacakmış.

-Hıı…tamam.

Suat aynı gün ikinci defa evden ayrılmak üzere giyindi. Dış kapıya doğru yönelmişken karısının sesini duydu.

-Suat! Akşama babamlara davetliyiz biliyorsun. Fazla geç kalma istersen.

Suat bu programı unutmuştu. Birden içindeki sıkıntının daha da arttığını hissetti.

---

Arabasına Süpermarketin otoparkında bir yer bulabildiğinde çok mutlu olmuştu. Pazar günlerinin o devasa karmaşasının bir dışa vurumuydu bu mekânlar. Yapacak hiçbir şey bulamayan insanların, kendilerini tatmin ettikleri dövüş arenalarına benziyordu. Böyle yerlerde saatlerce alışveriş yapan birini kameraya çekip sonra izlettirsen, ne kadar da iğrenirdi kendini kaybetmesinden.

Çok da ihtiyacı olmadığı antifrizi hiç aramadan buldu Suat. Koskoca alışveriş arabasına koyduğu kutu, tek başına komik durmasın diye, Petek’e de abur cubur bir şeyler aldı. Yaklaşık 10 dakikadır şuursuzca dolanıyordu. Kendine itiraf etmek istemese de o eski arkadaşını görebilmekti niyeti. Hatta kendisinden özür dilemek, eski günleri yâd etmek hevesindeydi. Eskiden Erman ve diğer arkadaşları evine sık sık gelirdi. Amcası en başta o gruptan memnuniyetsizliğini açıkça belli etse de, bir süre sonra muhabbete katılır, bizzat kendi anılarını anlatmaya başlardı. “Siz bilmezsiniz çocuklar, sene 1949... Şimdiki Çırağan Otel’in olduğu yer var ya…”. Suat bugün baktığında o zamanki arkadaşlıklarının kendisine çok şey kattığını görüyordu. Şirkette kendini diğer çalışanlardan ayıran bütün o özellikleri, hep o yıllardan kalmaydı. Kimseden korkmazdı, hazırcevaptı ve düşündüğünü söylerdi. Artık her yerde görmeye başladığı çıtkırıldım erkeklerden biri asla değildi. Bu tarz insanları da sevmezdi. Şirketteki en büyük kavgalarını insan kaynakları bölümü ile verir, onların kendi departmanına layık gördüğü adayların çoğunu reddederdi. İşe alım sırasında adaylara sorduğu sorular bütün şirkette anlatılır, şaşkınlıkla karşılanırdı. “Beş sene sonra kendini nerede görüyorsun” Suat için en anlamsızı buydu. İnsanlar yarın ne olacağını bilemezken beş sene sonrasını sorgulayarak karara varmaya çalışmak ne komikti. O hep “3 sene önce bu zamanlar, neler yapıyordun?” diye sorardı. Önemli olan bugünlere nasıl gelindiğiydi Suat için. Zaten gelecek beraber yaşanacaktı. Kendisine bu şirkete ilk girdiğinde o soru sorulmuş olsaydı muhtemelen alınacak cevapla kapıdan dahi içeri sokulmayacaktı. Ama şu an şirketin üst düzey bir müdürüydü işte. Kendisi gibi saplantılar yaşamış insanları severdi. Bir şeye körü körüne bağlanmayı göze almış, aklını emanet edebilmiş adamlarda kendini bulurdu. Bir keresinde iş başvurusu yapan biri, formdaki üyesi olunan sosyal organizasyonlar kısmına “Michael Jackson Fan Kulübü” yazmıştı. Suat bu finans uzmanı adayını görüşmeye çağırmış, çocuğun bir gün M. Jackson ile tanışma hayallerini, Türkiye’deki konserine bütün ısrarlarına rağmen babasının nasıl göndermediğini, fotoğraf koleksiyonunu, uzun uzun anlattırmıştı. İnsan kaynakları müdürü çocuğu gülerek dinlemişti. Nasıl olsa bu pozisyon için hayalperest bir yeniyetmeyi işe almayacaktı. Daha olgun birine ihtiyacı vardı. Suat o çocuk için ısrar etti, karşısındaki direnişe rağmen işe aldırdı. Genel müdür bunun sebebini sorduğunda “Bu kadar alakasız bir şeye bu şekilde karşılıksız bağlanabilen birisi, ya işine de böyle bağlanırsa?” diye cevap verdi. Herkesin 3 kuruş fazla maaş için arkasına bakmadan şirket değiştirdiği bir sektörde böyle saplantılı gence ihtiyaçları olduğu konusunda amirini ikna etti. O günden beri o çocuk yanındaydı. Herkesin saygısını kazanmış, Suat’ın güvendiği bir çalışan olmuştu. Suat bazen ona keyifle Michael Jackson’u sorardı. Çocuğun yüzü kızarırdı, belli ki kimsenin onunla dalga geçmediği bir ortamda, saplantısını daha da sahiplenmek yerine onu sorgulama fırsatını bulmuş, hırsını kariyerine kanalize etmişti.

Erman ortalarda gözükmüyordu. Süpermarketin her köşesine bakmış ama onu bulamamıştı. Bu işi, tekrar hasbelkader bir karşılaşmaymış gibi kotaramayacağını anladı. Market çalışanlarına sordu. Erman’ın bakım müdürü olduğu, büyük bir arıza çıkmadığı sürece Pazar günleri çalışmadığı, kendisini hafta içi genel merkezde bulabileceği söylendi. Suat, Erman’ı bir raf işçisi zannederken aldığı cevapla şaşırmıştı. Bir kez daha kendinden utandı. Ne fark ederdi ki…. Vay be Erman! Eskiden de becerikliydin zaten...

---

-Petek’i hangi okula göndermeyi düşünüyorsunuz Suat?

Kayınpederinin bu sorusu, her zaman olduğu gibi, netti. Hikâyeden hoşlanmaz, direk konuya girilmesini isterdi. Suat, Moda tarafındaki bir kolejden bahsetti. Kayınpeder, öğretmenleri ve okulun koşullarını sorgulayıp sorgulamadığını sordu. Daha sonra bir ahbabının Kalamış’taki okulundan bahsetmeye başladı. Anlaşılmıştı, Petek Kalamış’taki okula gidecekti. Suat; Aysel’in de, her zaman yaptığı gibi, babasını destekleyen tavırlarını görünce konuyu uzatma gereği duymadı. Yemekler yenilip, oturma odasında havadan sudan birkaç muhabbet yapıldıktan sonra Suat ve ailesi kalkmak için izin istedi.

Petek arka koltukta uyuyakalmıştı. Bütün gece herkesin ilgi odağı olup şımartılmak onu yormuştu. Aysel, üstü komşularıyla ilgili bir şeyler anlatıyor, Suat hiç ilgilenmese de konuşulanlara basit yorumlar yapıyordu. Sonra bir an, sabahtan beri içindeki sıkıntı kursağından geçerek kelimelere döküldü.



-Aysel, ben Petek ile maça gitmek istiyorum.

Konuşmasının böyle bıçak gibi kesilmesine alışkın olmadığından, Aysel bir süre durakladı.

-Ne maçı? Anlamadım?

-Şirketteki arkadaşlar her hafta çocuklarıyla maça gidiyor. Ben de onlara özendim. Çocuk hep evde, hem bana hem ona değişiklik olur.

-Suat, 5 yaşındaki kız çocuğu bu soğukta maça mı götürülür!

-Statların üstü kapalı. İyice de giydiririz. Numaralı yerde oturacağız, istersen sen de gelebilirsin. Çocuk seneye okula başlayacak alışsın kalabalık ortamlara.

Aysel, Suat’ın bu kararlı konuşması karşısında şoke olmuştu. Anlamsız bulduğu bir şeyle karşı karşıyaydı. Anlık bir şey olduğunu düşündü ve konuyu uzatmadı. Suat ne Aysel’in maça geleceğini ne de Petek’i göndereceğini zaten biliyordu. Niyeti kendi başına gitmekti ve Aysel’i gitmek istediği yerin gerçekten stadyum olduğuna ikna edebilmek için, Petek’e ihtiyacı vardı.



İkisi de o akşam bir daha hiç konuşmadılar.

Devam edecek...

5 Ekim 2010 Salı

100. Post'a Yakışacak Şekilde

The military system, which I abhor... This plague-spot of civilization ought to be abolished with all possible speed. Heroism on command, senseless violence, and all the loathsome nonsense that goes by the name of patriotism -- how passionately I hate them!


30 Eylül 2010 Perşembe

Suat

- Suat, sen ne diyorsun bu duruma?


Suat oturduğu yerden biraz doğruldu. Uzun zamandır bir toplantıya bu kadar hazırlıksız gelmemişti. Toplantının büyük kısmında anlatılanları dahi dinlememişti. Sadece konunun şirket satın alımlarındaki mali dengesizlik olduğunu biliyordu. Günlerden Cuma, saat 16:00 suları. Toplantıların en aktif katılımcısı, boş bakışlarla kendini iletişime kapatmıştı. Bu sessizliği direktörün de dikkatini çekmiş olacak ki pası ona atmıştı. Sıradan bir muhasebe elemanıyken finans müdürlüğüne kadar gelmesinde payı çok büyüktü. Onun zekâsına, organizasyonuna ve hazırcevaplılığına güvenirdi. Yeni binyıl ile beraber ona sorumluluk verdiğinden hiç pişman olmamıştı. Sene 2002’ydi, artık yeni bir finans dönemi başlıyordu. Suat gibi çalışanlar şirketi daha yukarılara taşıyacaktı.

Suat ise 34 yaşının son demlerinde olduğu bu günlerde artık yorgunluk hissetmeye başlamıştı. Şirkete girdiği ilk günlerdeki azmi ve gözü karalığı yerini daha kalın bir ense, daha büyük bir göbek ve oturaklı bir kişiliğe bırakmıştı. Bazen aynanın karşısında kendini incelerken, takım elbiseli bu yuppie’nin kendisi olduğuna inanamıyordu. Son aylarda bu kendiyle yabancılaşmayı sıkça yaşar olmuştu. Bütün şirketin ona yediemin muamelesi yapması bazen kendine de komik geliyordu. Hey gidi Suat, 15 sene önce böyle birisi olacağını söyleseler ne gülerdin ama.

- Rakamları incelemeden konuşmak yanlış olur, verileri içeren bir tablo yapılmış mı?

Bu Suat’ın en sevdiği tarzdı. Satınalma Müdürünün sözel bir adam olduğunu bildiği için kendi hazırlıksızlığı ortaya çıkmadan saldırıya geçmişti. Satınalma Müdürü, bu konuda biraz daha çalışmaları gerektiğini söyleyip golü yemişti. Doğal olarak toplantı bir sonraki haftaya ertelendi. Suat gene direktörün gözünde; hikâye anlatmayan, analitik düşünen, veriler olmadan kahramanlık yapmayan bir idareci konumundaydı. Toplantı sona erdi, mesai de bitmişti. Zincirlikuyu-Caddebostan yolu yine bütün eziyetiyle onu bekliyordu.

-----

-Aşkııım, Petek’in canı çikolata çekmiş, gelirken alır mısın acaba?

Suat, Aysel ile evliğinin yedinci yılını henüz devirmişti. Hayatları beş senedir kızları Petek odaklıydı. Kızını hayatta her şeyden çok severdi ve Aysel ile çocuk üzerinden sürtüşmemesi gerektiğini çoktan öğrenmişti. Karısının hayatında olduğuna sıklıkla şükrederdi. Şu an baktığında 8 yıl önceki Suat’la, Aysel gibi bir kızın evlenmesi mucizeydi. Hem yetim hem öksüzdü Suat, amcasının yanında yaşayan askerden yeni gelmiş bir iktisatçıydı. Aysel’in varlıklı ailesi, amcasının çok yakın ahbapları olmasa, bu evliliğe onay verir miydi acaba. Babasının ihtilalde evlerinden gözaltına alındığı gün, ki onu son gördüğü gündü, 12 yaşındaydı. Bir daha hiç geri dönmemişti. Devlet cesedini bile vermemiş, gözaltında kaybolduğunu söyleyip başlarından savmıştı onları. Annesi ile yaşlı amcasının yanlarına taşınmışlardı. Fakat annesi babasının acısına daha fazla dayanamayıp ertesi sena vefat etmişti. Acıbadem’deki yaşlı amcası ve yengesiyle yaşayan on üç yaşındaki bir çocuktu artık. Suat, Rıza Amcasından oldukça çekinirdi. Yirmi bir yaşındayken onu karşısına alıp, artık bu şekilde devam edemeyeceğini, hayatına düzen vermesi gerektiğini dikte ettiğinde de, Aysel ile nişanlanmadan önce de, üniversite tercihini yaparken de hep onu dinlemişti. Otoriter bir adamdı, tüm o yaşananlara rağmen devlete laf söyletmezdi. Suat’a hep “devlet baba büyüktür, ona minnet duy” derdi. Koca Rıza Amcası da yoktu artık. En azından öz torunu gibi sevdiği Petek’in doğumuna şahit olmuştu. Onu babası kadar özlüyordu.

Suat, Boğaz Köprüsü’nü geçerken trafik hengâmesini izledi. Bunca insan, iş, para, koşuşturma. Koca Rıza’nın ölüm döşeğinde ona anlattığı hikaye aklına geldi:

Babası, ölmeden önce, oğluna iki mektup vermiş. Vasiyeti, birinci mektubun öldüğünde, ikinci mektubun ise gömüldükten sonra açılmasıymış. Baba, ölünce, oğlu birinci mektubu açmış. Babasının isteği, çorapları ile gömülmekmiş. Oğlu, bu isteği gerçekleştirebilmek için çok uğraşmış ama dini kurallar buna izin vermediği için yerine getirememiş. Gömüldükten sonra, oğlu ikinci mektubu açmış;

"Oğlum gördün mü, bir çift çorabı dahi öbür tarafa götüremiyorsun!!!".

Dikiz aynasından bir kez daha kendisine baktı. Kendisini tanımakta yine zorluk çekti.

Çikolatayı herhangi bir bakkaldan alamazdı. Aysel, konu Petek olunca seçiciydi. Telefonla arayıp bir şey istediğinde Suat’ın bu yükümlüğü gerçekleştirmeme şansı pek olmazdı. Hamile kalmasıyla beraber babasının şirketindeki kariyerine son vermiş, hayatını çocuğuna adamıştı. Petek okula başlayınca eski işine geri döneceğini söylüyordu ama Suat buna ihtimal vermiyordu. Fakat bu düşüncesini Aysel bilmezdi. Çünkü insanları, özellikle de eşini, yönlendirmeye çalışmazdı. Suat iş hayatındaki profilinin aksine, özelinde sessiz ve ılımlı biriydi. Rıza Amcası ölünce, kayınpederinin; Petek’in büyümeye başladığını, o zamanlar oturdukları kira evin küçük geleceğini, Caddebostan’da kendisine ait eve taşınmaları gerektiğini söylediğinde de fazla direnmemişti. Başka birisi olsa bu teklife dört elle sarılırdı. Suat bunun onu daha mutlu biri yapmayacağını daha o günden biliyordu. Rest çekmek de ona bir şey kazandırmayacaktı. İnsanları dinledi ve akışına bıraktı.

Uğradığı büyük süpermarkette reyonların arasında, Petek’in sevdiği ithal çikolatayı ararken saat 20:00 olmuştu bile. Cuma trafiğinde oraya uğramak için bayağı bir zaman kaybetmişti. Markette kendi gibi birçok yalnız erkeğin alışveriş yaptığını gördü. Şöyle bir oturup birkaç dakika konuşsalar hepsinden ne hikâyeler çıkardı acaba! İstediği markayı bulmuş kasaya doğru yürürken arkasından gelen sesle irkildi:

-Suti! N’aber yahu… Hatırladın mı beni?

Suti… Gençlik lakabını duymayalı ne kadar olmuştu. En son üç sene önce Bağdat Caddesi’nde Petek’i gezdirirken rastladıkları Fiko’dan duymuştu bunu. Suat pek oralı olmamış, kısa bir selamlamayla geçiştirmişti. Aysel, Fiko’nun kılık kıyafetinden rahatsız olmuş, nerden tanıştıklarını ekşi bir surat ifadesiyle sormuştu. Suat, ilkokulda aynı sınıfta olduklarını söyleyerek konuyu değiştirmişti.

-Hatırladın mı beni, Erman ben! Boniek Erman!

Üzerinde iş tulumu olan Erman’ı tabii ki hatırlamıştı. 5 senesini beraber geçirdiği birini nasıl unuturdu. Yılların kendisine davrandığı kadar Erman’a gaddar davranmadığını gördü. Biraz dökülse de, sarı saçları hala tiril tirildi. Boniek gibi!

-Hatırladım, merhaba Erman nasılsın?

-Teşekkürler, buranın teknik servisinde çalışıyorum. Seni arkadan gördüm. İlk başta emin değildim ama yürümeye başlayınca tamam dedim. Acıbadem’li Suti’nin yürüyüşü bu! Neler yapıyorsun?

Suat konuyu fazla uzatmak istemiyordu. Erman’la karşılaşmanın sıkıntısı bir yana, eve fazlaca geç kalmıştı. Ailesinden hiç bahsetmedi. Bir şirkette muhasebeci olduğunu söyledi. Erman gülen bir ifadeyle,

-Ne kadar kilo almışsın yahu! Hiç yakışıyor mu? Eskiden ne kadar zayıftın. Hatırlar mısın kovalamalarda en önde hep sen koşardın. Hatta bir gün…

Suat, Erman’ın lafını kesti. O konulara girmesini istemiyordu. Geç kaldığını, eve yetişmesi gerektiğini belirtti. Vedalaştılar. Erman, süpermarket zincirinin elektrik bakım sorumlusu olduğunu, isterse ona merkez ofisten ulaşabileceğini söyledi. Suat kafasını salladı. Erman belli ki onun iletişim bilgilerini almak istiyordu. Suat oralı olmadı, elini sıkıp yürümeye başladı. Erman son bir kez konuştu,

-Suti, artık hiç gelmiyorsun değil mi?

- Hayır, pek vakit olmuyor.

- Anladım, biz bazı çocuklarla hala kovalıyoruz. Sana rastladığımı söyleyeceğim. Çok sevinecekler.

Gülümsedi. Hayatında bir süpermarketten bu şekilde koşar adım çıkacağını hiç tahmin etmemişti. Kendini çok kötü hissediyordu. Bir ara nefes nefese kaldı. Arabaya bindi ve kafasını direksiyona yasladı.

Telefonu çalınca kendine geldi. Arayan Aysel’di. Trafiğin umduğundan da fazla olduğunu söyleyip birazdan geleceğini söyledi.

Kendini toparlamalıydı. Aysel bir şey olduğunu hemen anlardı. Erman ile konuştuklarını kafasından çıkarması lazımdı.

Devam edecek...

Olduğu Kadar

-Aşk insan olsaydı ben Çin olurdum, Sen Londra olsan ben yağmur olurdum. (Kenan Doğulu-“Demedi Deme” adlı şarkıdan)

-Madem eşitlikten yanasın be pezevenk adam! ilk önce karını gönderde eşitlik sağlansın. (Şevki Yılmaz-Gaziantep Belediye Başkanı Celal Doğan’ın şehre genelev açmasını “İstanbul’da var Antep’te neden yok. Eşitlik olması lazım” cümlesiyle savunmasına cevaben.)

-Ne mozaiği ulan! Mermer Mermer! (Alparslan Türkeş- Türkiye’yi bir mozaiğe benzeten gazeteciye cevap olarak.)

-Ben Türk hekimlerine emanet ediniz. (Anonim- Atatürk adına, hekimler için de bir söz söylemiş olsun diye)

-Şampiyonlukta hiç mi katkımız yok Sinan? (Alaattin Çakıcı, 2003 BJK şampiyonluğu ardından, emir eri Sinan Engin’i fırçalayıp hizmetinin karşılığını isterken)

-Bana sağcılar adam öldürüyor dedirtmezsiniz.(Süleyman Demirel-80 Öncesi Sağcılar katliam üstüne katliam yaparken, gazetecilerin sorusuna cevaben)

-Çünkü Türkiye’yi sağ görüşlü bir partinin yönetmesini istiyorum. (Yakın bir arkadaşımın neden AKP’ye oy verdiğini sorguladığımda verdiği enfes cevap)

-Van gölü canavarı CIA denizaltısıdır (Doğu Perinçek)

-Everything is something happened. (Fatih Terim)

-Tanrı zar atmaz. (A. Einstein-Belirsizlik teoremini eleştirirken)

-Miyân-ı güft ü gûda bed-meniş îhâm eder kubhun, şecaat arz ederken merd kıbtî sirkatin söyler (Koca Mehmed Ragıp Paşa)

- Ne Şam’ın şekeri, ne de Arap’ın zekeri. (Anonim)

-Fenerbahçe Ben’im diyor ve bu pazarlığı kabul etmiyorum! (Fenerbahçe Kurucusu ve Genel Sekreteri Ayetullah Bey-1909 Yılında Kulubün düştüğü borç batağından kurtulması için Üsküdar ve Pazaryolu yöneticileriyle birleşme görüşmeleri sırasında, karşı tarafın Fenerbahçe İsmini değiştirme teklifine sinirlenip masayı terk ederken.)

-Gördüğüm en iyi kızılderili, ölü kızılderilidir. (Komaçi Şefi Tosawi- General Sheridan ile tanıştırıldığında yarım yamalak İngilizcesiyle “İyi Kızılderili” diyerek elini uzattığında aldığı cevap)

-Ağa, bu Kızılderili şefi Tosawi. Çok büyük adammış, adının anlamı Gümüş Bıçak’mış. Ben omuzuma dövme olarak onun portresini istiyorum. (KeCe-1996 yılında bir dövmeci koltuğunda tercih sebebini anlatmaya çalışırken)

28 Eylül 2010 Salı

Kırmızı Telefon



Sesi duyduğunda ilk düşündüğü, telefon sesinin nasıl değişken bir etkiye sahip olduğuydu. Görecelik kuramı gibi; beklediğin bir aramaysa dünyanın en güzel sesi, telefon ekranına baktığında için sıkılıyorsa tam bir işkence. Yoksa bir Gestapo Subayı küstahlığıyla, her sabah işe gitmesini emreden sabah alarmı mıydı bu. Aklına günlerden pazar olması gerektiği geldi. Gözünü duvar saatine kaçırdı, 12:45! Bütün gece içtiği için, gene bu saatlere kadar uyuyordu. Evet, bugün pazar olmalıydı. Akşamüstüne doğru berbat şekilde yataktan kalkması, bin bir üşengeçlikle son kalan açmaları almak uğruna mahalle fırınına gitmesi, sonra da televizyonda akşamki Fener Maçını beklemesi lazımdı. Kendi rutininin bozulacağının habercisiydi bu telefon sesi. Söylene söylene yataktan doğruldu..

Telefonu eline aldı. Arayan, bir süredir görüşmediği, yakın bir dostuydu. Bu aranın sebebi bir küskünlük değildi. Hayatının aşkını bulduğuna inanmış birinin, arkasında bıraktığı geçmişin ihmal edilebilir figüranı olmuştu klasik olarak. İlk başlarda hatır sayma amaçlı ruhsuz birkaç telefon konuşması olsa da, yeni dünyasında ona yer yoktu işte. Kızmıyordu, sevgiliye altın tepside servis edilecek ideal bir arkadaş olmadığının farkındaydı. Böyle şeylere üzülmeyi de çoktan bırakmıştı. Telefon ekranına bakarken bunlar geldi aklına. Cevap vermezse yeniden arayacağını biliyordu. Meşgul tonu verirse bu aradan sonra ona tepki koyduğunu düşünebilirdi. En son isteyeceği şey bu olurdu, çünkü gerçekten tek derdi uyumaktı. Keşke telefonlarda, karşı tarafa “seninle konuşmayı çok istiyorum, ama gerçekten şu an müsait değilim” mesajını verecek bir tonlama olsaydı. Telefon sistemleri de bit lerden oluşuyordu işte, 1 veya 0, ortası yok!. -Ne haber? nasılsın? uyuyor muydun? - Hayır uyandım çoktan, sen nasılsın? Bir aptal bile o anki ses tonundan hala yatakta olduğunu anlayabilirdi. Bazı arayanlar bu durumda sonra konuşabileceklerini söyleyip kapatırdı. Arkadaşı yapmadı, onun rahatını bozmayı göze alarak konuyu uzatıyordu. Görüşmek istediğini söylemişti.-Olur! dedi. Belki daha ayık olsaydı bugün ailesini ziyaret edeceğini söyleyerek kibarca ret edebilirdi bu teklifi. Boş anına gelmişti, ne kadar sıkılacağını tahmin edebiliyordu. Zaten ne çektiyse bu boş bulunup ettiği laflardan çekmişti.

--------

-Ayrıldık.

Arkadaşının ne yaptığını bilmez bir hali vardı. Gözlerinin altı uykusuzluktan iyice morarmıştı. Onu uyandırmak için saat 12:45’i bile zor beklemiş olabileceğini düşündü. İlk başlarda adet yerini bulsun diye hatırı sorulsa da, yaşadıklarını anlatmak için yanıp tutuştuğunu sezmişti. Onunla konuşacak fazla bir şeyi olmadığını fark etti.Ortam kasvetli bir hal almıştı. Arkadaşının ızdırabına son vermeye karar verdi. Hiç istemese de sordu

–Eee..anlatsana neden ayrıldınız…?

Daha sonra anlattıklarını pek dinlemedi. Sadece arkadaşını teyit etmesi gerektiği anlarda, söylediklerine yoğunlaşarak “haklısın” dedi. Arkadaşı anlattıkça sıkılıyor, gözlerini marinadaki teknelerden alamıyordu. İçlerindeki insanlar! ne kadar da şanslılar. Bir teknenin, bağlı olsa bile, içinde olabilmek ne güzel bir duyguydu. O an bir tekne sahibi olmanın hayallerini kurdu.

Arkadaşı, en ince ayrıntıları dahi anlatmaya başlamıştı. Hep karşılıklı eylemlerden bahsediyordu. Artık dayanacak hali kalmamıştı ve onun lafını kesti.

–Bu iş uzar gider, olan olmuş. Konuşarak bir şey çözülmez. Umarım tekrar birleşirsiniz ama bence hayırlısı olmuş.

Bu basmakalıp, sırf laf olsun diye söylenmiş sözler bile arkadaşının gazını almaya yetti. Konuyu, sırf arkadaşı vicdanını temizlesin, diye kendi sıkıcı hayatına getirtmeyecekti. Sinemaya gitmeyi teklif etti. Küçüklük günlerindeki gibi, biletçiden en ön sırayı istediler. Kötü bir aksiyon filmini izlemek ve akabinde yorumlamak bile malum konulardan daha eğlenceli gelmişti. Bir ara mutlu olduğunu hissetti. Ne olursa olsun hayatı onunla geçmişti. Arkadaşı sadece mutsuzluğunu paylaşmaya sıra gelince onu hatırlasa da, o bencilce içinde bulundukları durumdan mutluluk duymuştu.

Günler günleri kovaladı. Hep birlikte bir şeyler yapıyorlardı. Arkadaşı, muhtemelen bu can dostunun ona acısını unutturmak için durmadan bir şeyler planladığını düşünüyordu. Fakat durum böyle değildi. O sadece bu sıkıcı konularla muhatap kalmak istemiyordu. Baktığı her yerde eski kız arkadaşını gören biriyle vakit geçirmenin en baş ağrıtmayan şekli, aşırı sosyalleşmekti. Yaz için planlar, yurtdışı seyahat organizasyonları. Tek derdi, arkadaşının içindeki sıkıntının açığa çıkmasını engellemekti.

--------

Tam üç gün olmuş, arkadaşı onu aramamıştı. Normalde ilişkileri zaten bu boyutta olduğu için yadırgamadı. Eski kız arkadaşıyla barıştıklarını anlamıştı.

O pazar gene öğle saatlerinde uyandı. İçinde teknelere bakmaya dair yoğun bir istek hissetti. Sahilde hepsini teker teker inceleyerek hayaller kurdu. Kafasında maliyet hesabı bile yaptı. Başa çıkamayacağını anlasa da moralini bozmadı. Bazı şeylerin sadece hayalini kurabilmek bile güzeldi.

İyice daldığı anda telefonun sesini duydu. Araya O'ydu ve telefonu açtığında neler dinleyeceğini biliyordu. Arkadaşının mutsuzluğunu yönetebilmişti ama bu sahte paylaşıma katlanamazdı. Aynı şeyleri tekrar tekrar yaşayacağını düşündü. Her şeye yeniden başlamanın onu sinirlendirmeyeceğini, sadece sıkacağını tahmin edebiliyordu. Kendine sözler vermeyi çoktan bırakmıştı. Hayatında seçim hakkı olmayan tek insan kendisiydi işte, bu kadar basit…

Sonra arkadaşının hiçbir hissettiğine ortak olamadığını fark etti. Ne üzülmesi ne de sevinmesi, umurunda bile değildi. Artık onu eskisi kadar sevmediğini anladı.

Meşgul tonu verdi…

Saat hala çok geç değildi. Biraz acele ederse Fener’in maçını izlemek için eve yetişebilirdi. Mahalle fırınında yiyecek bir şeyler kalmış mıydı acaba? Şu yeni santrafordan da artık gol bekliyordu.