18 Ocak 2011 Salı

Şimdi,Değerli Alkışlarınızla... Fecaaaaaaat!!!


Hepimizin başına gelmiştir muhakkak, hani eğlence adı altında bir yere toplanırsın ama o aşamaya kadar binlerce sıkıcı rutinle muhatap olursun.

Şirket yılbaşı kutlaması yapar, adı üzerinde kutlamadır, insanlar bütün senenin sıkıntılarını atmak için kurtlarını dökecektir ama genel müdür konuşmadan hiçbir şey başlamaz. Bir belediye konserine gitmişsindir, illaki başkan mikrofonu eline alır saatlerce kendini över. Uluslararası bir spor organizasyonuna ev sahipliği yapmışsındır, organizasyondan sorumlu yetkili iki kelam etmeden haşa takımlar sahaya bile çıkamaz.

Benim eğlenmeye başlamam için neden senin konuşma yapman lazım arkadaş! diye kimse sormaz, soramaz…

Klasik bir geri kalmışlık göstergesidir yukarıda örneklediklerimiz.

Çünkü bu; patron olsun, genel müdür olsun, başkan olsun bütün iktidar sahiplerinin vermek istediği mesajın güçlü bir tezahürüdür: “Burada bulunma sebebiniz benim, dolayısıyla beni dinleyeceksiniz”.

Yıllardır kapısında yattığım stadyum yıkılacak. Üzüntülüyüm çünkü anılarım var, sevinmişim, üzülmüşüm, yeri gelmiş aileme, sevgilime tercih etmişim orayı. Şimdi bambaşka bir mekanda kucaklayacağım takımımı. Sabah en sevdiğim formamı, kaşkolumu takmışım. Takımın bu stada ilk çıktığı anki alkışın ve coşkunun bir parçası olmak için tribündeyim.

Ve fakat…

- Şimdi bir konuşma yapmak üzere TOKi Başkanı….

-Stadın yapımında çok emeği geçen Başbakanımızı kürsüye….

Bakın oradaki problemin tamamı esasında AKP’ye tepki falan değildir. Oraya Gandi Kemal’i de aynı şartlarla çıkarsaydınız, o da yuhalanırdı. Tabii ki o tuvalet bekçisi yapmayacağım TOKİ Başkanının konuşmaları etkili olmuştur ama kimse o motivasyonda devlet erkanının konuşmasını çekmez, çünkü onların vermeye çalıştığı yukarıda belirttiğim mesaj, hala endüstriyelleşmeye direnmeye çalışan taraftara sökmez.

Kömür, buzdolabı dağıtarak halkı meydanlara toplayan çokbilmişlerin, aslında halktan ne kadar uzak olduğunu gösteren bir tavırdır bu. Hiç kimse demez mi Başbakana bu konuşmayı yapmasın! Bu kadar siyasi şov yapılmak isteniyorsa yaparsın bir maç günü bülteni, koyarsın RTE’nin fotoğrafını da konuşmasını da. Vatandaş en fazla uçak yapar sahaya atar. Bakınız koltuğa serer üzerine oturur demiyorum, zira stadyum yeni, koltuklar gıcır. Yoksa başbakanımızın olduğu sayfaya mabadını yerleştirmeyi teklif etmek ne haddimize!

Türkiye’de ne kadar AKP’li varsa GS tribünlerinde de o kadar var. Galatasaray taraftarı AKP karşıtı falan değildir, sadece zevzekliğe karşı çıkmıştır. Lefter’i Fenerbahçeli milli kaleci zanneden ve utanmadan bunu söyleyen CHP başkanı da bu kafayla iktidarda olsaydı, gene o konuşmayı yapmaya çıkardı ve aynı tepkiyi görürdü.

Hiç merak etmeyin! Şu yeni tribün yasası çıksın, bütün tribünler koyuna dönsün, futbolun ruhunu bilmeyen miting koyunları statları doldursun bu protestolardan eser kalmayacaktır. Daha önceki yazımızda belirtmeye çalıştığımız, ama çok sevdiklerimizin dahi anlamayıp tepki gösterdiği yazıda da anlatmaya çalıştığım buydu zaten.

O yasa Cumartesi günü yuhalayanları temizleyecek tribünden ve günün anlam ve önemi hakkında birkaç söz söylemek isteyen badem bıyıklıları dinlemeye devam edeceğiz statlarda.

Stadın yapımı, Galatasaray’a tahsis edilmesi ile ilgili takımdaşlarımın bazı yorumlarına da katılmıyorum. Devletin görevi milletin saadetidir. Üç büyükleri desteklemek (Trabzonspor demiyorum dikkat), halkı mutlu etmektir. O stada harcanan paraya gelene kadar kafayı takacak daha çok şey var bu ülkede. TT Arena’da organize edilebilecek bir CL Finali veya bir milletlerarası şampiyona bütün o masrafları siler, üzerine bu ülkeyi kara geçirir (İstanbullu otel sahiplerine sorunuz, son yıllarda en büyük ciroyu ne zaman yaptılar?).

Ha ona yapıldı neden bize yapılmıyor…. Geçeceksin, herkese yapılmıştır benzer kıyaklar. Ayrıca Galatasaray ASY’yi bırakarak dönüm noktası niteliğinde bir hata yapmıştır bana göre.

Söz uçar yazı kalır, biz buradayız bekleriz…

7 Ocak 2011 Cuma

Seninle Benim Aramda Kocaman Bir Fark Var!

Tarih 4 Şubat 2010 - Mire Chatman teste gitmek istemedi! - 30 Ocak 2010 tarihinde oynanan Antalya Büyükşehir Belediyespor - Bjk Cola Turka maçı sonrası idrar numunesi vermesi istenen Beşiktaş Cola Turkalı Mire Chatman, “Maçtan önce bir şeyler içtim, dopingli çıkabilirim” diyerek, teste girmek istemedi. Uzun süre direnen ABD’li basketbolcu, adeta zorla teste gönderildi.--------------------


Tarih 16 Şubat 2010 - Mire Chatman dopingli çıktı! - BJK Yönetim Kurulu'nun konuyla ilgili açıklaması: "Beşiktaş Cola Turka-TOFAŞ müsabakası bitiminde yapılan doping kontrolü sonrasında yasaklı madde kullandığı tespit edilen Beşiktaş Cola Turka Erkek Basketbol Takımımızın oyuncusu Mire Chatman’ın durumu, yönetim kurulu toplantımızda görüşülmüştür. Kulübümüzün bilgisi dahilinde olmayan, yasaklı madde kullandığı tespit edilen Mire Chatman, yönetim kurulumuz tarafından süresiz kadro dışı bırakılmıştır."

Tarih 11 Mart 2010 - Mire Chatman 3 ay hak mahrumiyeti cezası aldı! - Basketbol Federasyonu'ndan yapılan açıklamada, Beşiktaş Cola Turka'nın 21 Ocak tarihinde TOFAŞ Spor ile yaptığı maçın ardından gerçekleştirilen doping kontrolü sonrası yasaklı madde tespit edilen ABD'li oyuncu Mire Chatman'ı Disiplin Kurulu tarafından 3 ay hak mahrumiyeti ile cezalandırdığı bildirildi.

Tarih 22 Temmuz 2010 - Mire Chatman ile yeniden sözleşme imzalandı! - Geçen sezon yasaklı madde kullandığı için ligde 18 maç oynayabilen Amerikalı basketbolcu ile 2. yılı opsiyonlu 2 yıllık sözleşme yapıldı.

Tarih 30 Aralık 2010 - Mire Chatman kadro dışı bırakıldı! - BJK Yönetim Kurulu'nun konuyla ilgili açıklaması: "Kulübümüzün maddi tüm vecibelerini yerine getirmesine karşın, iki kez antrenmana çıkmayan ve takım içinde disiplinsiz hareketlerde bulunan Mire Chatman, süresiz olarak kadro dışı bırakılmıştır"
Tarih 5 Ocak 2011 - Ergin Ataman Beşiktaş'ta, Mire Chatman Affedildi! - Ergin Ataman'ın konuyla ilgili açıklaması : “Mire Chatman ile uzun bir toplantı yaptım. Kendisi büyük bir yanlış anlaşılma olduğunu, gerek Burak Bıyıktay gerekse de yönetim ile hiçbir probleminin olmadığını belirtti. Ben de kendisini yeniden takımın lider oyuncusu olarak takıma dahil edeceğimizi ve bundan sonra her türlü problemi bırakıp, önce iyi basketbol oynamaya, sonra da Beşiktaş’ın layık olduğu yere çıkmaya çalışacağımızı konuştuk. Kendisiyle mutabık kaldık. Mire Chatman yarınki antrenmandan itibaren takıma yeniden dahil olacak. Bizim amacımız, oyuncuları kaybetmek değil; kazanıp onlardan en yüksek verimi alabilmek. Chatman da Beşiktaş’la özdeşleşmiş bir oyuncu. Bundan sonra da aynı mücadeleyi fazlasıyla vereceğini düşünüyorum.”


Fenerbahçe Bayan Basketbol Takımı oyuncularından Diana Taurasi’nin yapılan doping testlerinin pozitif çıktığının Türkiye Basketbol Federasyonu tarafından resmen açıklanması üzerine, kulübümüz sporcu ile olan sözleşmesini feshetmiştir.



Spor kamuoyuna duyurulur,


Fenerbahçe Spor Kulübü

 
---------------------------
Bu utancın üzerine yatmadı Fenerbahçe...
Gerektiği gibi oyuncusunun sözleşmesini sona erdirdi (Geçmişte yıldız pivotu Kambalaya'ya da yaptığı gibi). Bir kez daha hatırlatalım, Taurasi yaşayan en büyük bayan basketbolcudur.
Bu camiada doping yapana af yoktur ve büyüklük sadece transfer yapmakla olmaz.

4 Ocak 2011 Salı

Sizi Yasa Korur!


Futbol nasıl bir spordur sizce?


Ben ve benim gibilerin yıllardır endüstriyel futbola ettiği küfürler size ne ifade ediyor? Tribünlerin bir klasik konser sahnesi, taraftarların da müşteri olarak görülmeye çalışılmasıyla neden bu kadar mücadele ediyoruz? Neden, her ortamda futboldan nefret ettiğini söylese de, milli maçlarda Kuruçeşme Arena’ya toplanıp piyasa yapan güruhtan haz etmiyoruz?

Madem taraftarlık adı altında boş işlerle uğraşıp, fanatiklik yapıyoruz, madem çok akıllı insanlar olmamıza rağmen hayatımızı heba ediyoruz, neden bizimle iletişim kurmak için futbolu kullanıyorsunuz? Taraf olmak bu kadar iğrençse neden bunları bizimle paylaşıyorsunuz, neden her yerde sizi görüyoruz, neden işinize gelince bizden bile daha çok sahip çıkıyorsunuz?

Aslında meselenin temelinde Beyaz Türk şımarıklığı yatıyor.

Hani on yaşındaki oğluna ipad alıp, kapalı kapılar arkasında her türlü rezil siteye girmesine müsaade eden ama futbol maçından çıkışta mikrofonlara “Bu ne küfür yahu, çoluğumuzla çocuğumuzla maça gelmeye utandık” demeçleri veren şımarıklık. Hani o oğlunun maçta duyduklarının, okulda internette öğrendiklerinin yanında, romantik komedi kalacağını bilemeyen andavallık.

Bizim de onlara edecek lafımız var:

Gözünüz aydın yasa çıkıyor… Artık küfür eden de, ayakta maç izleyip görüşünüz engelleyen de, bir koltuğa üç kişi oturup sizi sıkıştıran da, hatta internette menfi yorum yapan da ceza alacak. Ne mutlu size! Artık karınız ve çocuğunuzla rahatça tribüne gidebilecek, tiyatro tadında maç izleyebilecek, store lardan alışveriş yapabilecek, ertesi gün işyerindeki yuppie arkadaşlarınızla cahilce futbol yorumlayabileceksiniz.

Siz anlamak istemiyorsunuz ama biz gene de hatırlatalım:

• Futbol halkın sporudur, golf muamelesi yapılamaz. Dünyanın en refah ülkesine dahi gitseniz arka mahallerin duvarlarına, parklardaki oturma banklarına, metrodaki tabelalara kazınmıştır taraf olma olgusu. Çünkü oportünist olmayanların dünyasında; sporda da, siyasette de, aşkta da taraf olmak bir onur meselesidir.

• Tribünde küfür edilir, orası muhallebi çocuklarına göre değildir. Her kahvehanesinde, her meyhanesinde hatta meclisinde bile Allahın günü küfür edilen bir ülkede sadece tribünlerde küfür varmış muamelesi yapmak cahilliktir. Bu alemde küfür; bir Can Yücel’in, bir de taraftarın ağzına yakışır.

• Bir toplumda şiddet varsa o futbolun suçu değildir. Gözaltında işkencede ölen demokratların, eylem yapıyor diye tekme yiyerek çocuğunu kaybeden annelerin, töre cinayetine kurban giden kızların, ramazanda oruç tutmuyor diye linç edilen gençlerin yaşadığı ülkede, U 17 maçında 3 tane çocuğun dövülmesinin sorumlusunu sadece tribün kültüründe aramak göz boyamadır ve adaletsizdir.

Türkiye neyse, tribünler odur. Bu gerçeğin farkına varamazsanız,  ülkenin kaymağını yiyen lümpenlerin ekmeğine yağ sürersiniz. Hayatı İstanbul-Çeşme-Antalya üçgenin de geçen, doğu kökenli birisiyle aynı ortamda bile bulunmaktan imtina eden, ama yeri geldiği zaman kolpadan milliyetçilik bölünmezlik zırvaları kusan mantığa başka bir şekilde hizmet edersiniz.

Bu kültürü inkar etmek, bu ülkeyi inkar etmektir!

Bu insanların futbol tribünlerinde kendilerine bir konfor alanı yaratmaması için çok mücadele ettik ama başaramadık.

Bu son yasayla kendi zaferlerini ilan edecekler.

Ama sizin o seyrettiğiniz futbol değil başka bir saçmalık olacak...Bizim gibiler, gene bir yerlerde sizden uzak, kendi bildikleri gibi sevecekler o armayı...

Bertaraf olmaktan bir an bile korkmayarak hem de...

28 Aralık 2010 Salı

Al Benzinini HES'tir Git...

Alışveriş merkezleri, her ne kadar hiçbirimiz hakkında sitayişle bahsetmesek de, hayatımızın bir parçası oldu. Bu merkezlerin otoparkına girerken arabalara yapılan gayri medeni aramaların ne kadar sinir bozucu olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Peki ne arıyor o kraldan çok kralcı geçinen güvenlik görevlileri arabalarda? Sadece bagaja ve ayna ile arabanın altına bakmanın ne gibi bir güvenlik prosedürü ile alakası var?

Artık çoğumuzun bildiği üzere, arabalarda bakılan şey takılı bir gaz sisteminin olup olmaması, yoksa  bir teroristin komidine saklayabileceği ve İstanbul’un yarısını havaya uçurmaya yetecek C-4 kimsenin umurunda değil.

Değil ki bakmıyorlar…

Hatırlayan varsa söylesin, en son ne zaman gazlı bir arabanın patlayıp, umuma açık bir mekana maddi manevi zarar verdiğini duyduk? Oysaki ben, sıkça yanan benzin istasyonları ile ilgili haberleri okuduğumu hatırlıyorum.

Ya da böyle vakalar varsa bile, bu benzinli arabaların çıkardığı sorunlardan fazla mıdır?

Soruyu başka şekilde soralım, yıllardır gazlı sisteme geçişlerin otomobillere ne kadar zarar verdiği söylenir durur, kaç tane gaz kullandığı için katastrofik olaylarla karşılaşmış sürücü ile tanıştınız?

Bugün Hyundai gibi birkaç markanın tamamen fabrika garantisiyle ürettiği gazlı modeller var. Ama bu araçları, gerek vergilendirme adaletsizliği gerekse toplumdaki “gazlı araç sahibi insan ucuzcudur, magandadır” önyargısı yüzünden piyasaya sürmekten imtina ediyorlar.

Düşünsenize sizi alışveriş merkezlerine bile almıyorlar!

Aynı şekilde Japon Üretici Firmaların yurtdışında gayet güzel sattıkları hibrid arabaların, sadece yüksek vergiler nedeniyle Türkiye’de piyasaya süremediği bilinen bir gerçek. Hatta ilgili bakanın, bu politikanın bilinçli yapıldığını, zira devletin benzinden çok fazla vergi aldığını ve bundan vazgeçemeyeceklerini açıkça söylediği dahi iddia ediliyor.

Bu otomobildeki yakıt sistemleri konusuna tekrar dönmek üzere ara verelim ve diğer konumuza geçelim.

HES (Hidroelektrik Santral) mevzusu bir süredir gündemi meşgul etmekte. Muhtemelen bu konuda basında çıkan haberleri okuduğunuzda çok fazla sinirleniyorsunuz, zira katledilen doğa, ölen hayvanlar, değişen iklimler mevzu bahis ise, bundan etkilenmemek imkansız.

Ben, bu santrallerin inşasına mal tedarik eden bir sektörde çalışıyorum. Bu güne kadar on kadar HES Projesine mal sattım, dört tane projenin de şantiyesini bizzat görme fırsatım oldu. Bugün hali hazırda üç tane işleyen santralde emek ve tecrübem var.

Bu konuya girmemin sebebi bugün yaşadıklarım. Sektördeki en büyük rakiplerimizden birinin Genel Merkezinin önünde yaklaşık on beş gündür şiddetli eylemler gerçekleşiyor. İki Firmanın arasında yaklaşık 100 metre olduğundan dolayı ben de bu eylemcileri her gün gözlemliyorum. Rakibimizin, lisansı kendisine ait olan ve Loç Vadisine kurmayı düşündüğü santrali ellerindeki dövizlerle protesto ediyorlar. Büyük çoğunluğu kadın olan bu güruh, genciyle yaşlısıyla yılmaz bir şekilde, rakibimizi cadde ortasında kalaylıyor.

Birkaç defa bu aktivistlerle konuşma fırsatım oldu. Tabi ki tamamen yoldan geçen bir bankacıymış gibi davranarak. Konu hakkında fikri olmayan vatandaş misali bilgi almaya çalıştım. Bu iyi niyetinden şüphe duymadığım arkadaşlarla ilgili olarak gördüğüm şuydu.

1) HES’in ne demek olduğunu tam olarak bilmiyorlar

2) Bir HES inşaatının nasıl yapıldığı hakkında en ufak fikirleri yok.

Birilerinin yönlendirmesi ile doğru olduğuna inandıkları şeyi büyük bir fedakarlıkla uygulamaktalar. Aynen zamanında Bergama’daki halk gibi…Hani yıllar sonra yurtdışındaki altın baronlarının kışkırtması ve nemalamasıyla o eylemleri yaptıkları ortaya çıkan halk…

Son yıllarda çıkan bütün büyük savaşların temelinde de, Türkiye’nin boynunda duran kılıcın üzerinde de enerji problemi olduğu gün gibi açık iken, en az bedel ödenecek çözüm yöntemlerinin uygulanması kaçınılmazdır. Hiçbir kimyasal atığı olmayan, tamamen doğal yollarla elektrik üreten, sanayi olarak fakir bölgelerde istihdam yaratan, asla basında abartıldığı kadar yeşil katliamı yapmayan bu projeler Türkiye’nin geleceğidir.

Besmele çeker gibi doğaya karşı sorumluluklarını andığımız İskandinav Ülkeleri, baştan aşağıya HES projeleriyle doludur.

Tabi ki derelerden toplama havuzlarına alınan miktar, kuyruk suyu aşamasına kadar hattaki debiyi azaltmakta. Bu da ödenmesi gereken bir bedeldir. Çünkü ülkenin bu problemi bedel ödenmeden çözülmez! Kaldı ki ciddi yatırımcılar özel uygulamalarla ekolojiye yaptıkları etkiyi minimuma indirmeye çalışmaktadırlar.

Bakınız başka büyük bir yatırımcı, ki aktivistler tarafından ciddi şekilde protesto edilmektedir, Aksu Vadisine kurduğu santral için yaptığı çalışmaları nasıl özetliyor:

• Yatırım sürecinde Hacettepe ve Erzurum Atatürk Üniversiteleri gibi akademik kurumlarla işbirliği yaptık, sivil toplum örgütlerinden görüş aldık.


• Bölgedeki yaban hayatının çalışmalardan etkilenmemesi, yaban hayvanlarının dere havzasına daha rahat inebilmeleri için özel yollar yaptık.


• İnşaat molozlarından ötürü öldüğü iddia edilen balık örnekleri, Tarım Bakanlığı’na bağlı veterinerler tarafından incelendi ve söz konusu havzada daha önce de görülen bakteriyolojik bir hastalık nedeniyle öldükleri tespit edildi ve raporlandı.


• Çevre Bakanlığı’na verdiğimiz taahhüt doğrultusunda balıkların korunması ve göç edebilmesi için özel balık merdivenleri kurduk.


• Aksu nehrindeki hayatın devam edebilmesi için gerekli olan ‘can suyu’ oranını Çevre Bakanlığı’na verdiğimiz taahhüt gereği aylara göre değişen oranda, % 10 – 30 arası suyu akarsu yatağına bırakacağız.


• Proje kapsamında kayıtlı olan 246 adet ağacın kesimine karşılık, Orman Bakanlığı’na 86 bin ağacın dikilmesi için gerekli olan fonun ödemesini gerçekleştirdik.


• Projenin başlangıcında köy yollarını ve ev duvarlarını güçlendirici ve düzenleyici uygulamalar yaptık.


• Vadinin içinde yapılmakta olan enerji nakil hattı yüksek değil, orta gerilim hattıdır. Bu hatların şartnamelere uygunluğu ve sağlığa zararlı olmadığı yasal olarak teyit edildi. Hattın çok küçük bir bölümünde güzergah planını köy halkının mutabakatını alarak yerleşim bölgesinin en yakın 40-50 metre uzağında konumlandırdık. İddia edilen 154 kV’lik yüksek gerilim hattını vadinin dışında yerleşim bölgesinden çok uzaktan geçecek şekilde planladık.

Büyük çoğunluğu Türk Müteşebbislerden oluşan yatırımcılara, Rahmetli Uğur Mumcu’ya atıfta bulunurcasına saldırmak acımasızcadır. Tabi ki burası Türkiye ve yapılan her iş suiistimal edilmeye müsait. Her projenin çevre bilinciyle takip edilmesi ve bir hataya karşı bütün kamuoyunun uyarılması bütün vatandaşların asli görevidir. Ama konuyu “HES’lere karşıyız !” sloganına indirgemek, Vatan Kurtaran Şaban ahmaklığının bir adım ötesi değildir. Bununla beraber konuyu rasyonel olarak düşünebilen bilim adamları da mevcut, son günlerde birkaç tanesini radyo programlarında dinleme fırsatım oldu. Kendileri; HES’lere karşı olmadıklarını, ama bazı projelerin verim ve doğaya tahribat açısından iptal edilmesi gerektiğini söyledi. Bu konuda haklılar, gerçekten sadece birilerine peşkeş çekilsin diye lisans verilmiş bazı projelerin ivedilikle iptali gereklidir. Bu konunun başka bir boyutudur. Eğer eylemciler meseleye bu açıdan yaklaşsalar emin olun ki bu memlekete daha fazla yararları dokunacak.

Son benzin zamlarından sonra durmadan tanıdıklarımdan protesto mailleri alıyorum. Konular “Geçen sefer protesto edemedik bu sefer şöyle yapacağız” minvalinde. Yapamazsınız, yaptırmazlar, zira sizin bu eylemleriniz petrol baronu medya kuruluşlarında yarım ağızla yer bulur, arkanızda sizi organize edecek doğalgaz tekelcileri de olmaz. Üç gün sonra unutur hayatınıza devam edersiniz, sonra Türk Halkının koyunluğundan şikayet eder akabinde de AKP veya CHP’ye oy verirsiniz.

Bu ülkede elektrik kaynaklarını çoğaltmaya ve faturaları düşürmeye yarayacak her hareketin önüne set çekerler ki hibrid arabalar bu vergi adaletsizliğine rağmen tercih edilir olmasın, “adama bak Ferrari’sine gaz taktırmış, rezil etti bizi dünyaya eki eki” haberleri yaparlar ki herkes tıpış tıpış benzinli araba alsın.

Bana benzin protestosu ile ilgili mail atan sevgili kardeşlerim!

Önce o gazlı arabalar neden giremiyor alışveriş merkezlerine onu halledelim, bir bakmışsınız her şey değişmeye başlayacak. Çünkü size komik gelse de, şu an benzin zamlarıyla ilgili yapacağımız en etkili eylem bu olacaktır.

Doğalgaz faturalarından şikayetçi sevgili emekçiler!

Ülkenin kendi enerjisini nasıl üretebileceği üzerine kafa yoralım. Bu coğrafyayı; doğalgaz adaletsizliğine veya son çare olarak nükleer santrale muhtaç etmeyelim.

Ya da siz bana bu mailleri atmayın...Ezber bozmayan esintilere karnım tok çünkü.

20 Aralık 2010 Pazartesi

Biz Hayatta En Çok Babamızı Sevdik...

İki yakın dostun yaşadıklarının benzerlikler gösterdiği sıkça karşılaşılan bir durum. Şüphesiz kendimize yakın karakterdeki insanı kardeş belliyoruz. Hayata bakış açısı bu kadar benzeşince, yaşanılan sıkıntılar da çok farklılık göstermiyor.

Kadim dostumla son günlerde yaşadıklarımız, yukarıda anlattığım benzerliğin biraz ötesine geçti.

İkimizin de babasının aynı anda hastaneye kaldırılması gibi acı bir tesadüf yaşadık.

Yirmi yıl öncesinde, acaba babalarımızdan nasıl izin alırız da hafta sonu okul gezisine gidebiliriz diye kafa patlatan veletler, bugün İstanbul’un iki ayrı ucundaki hastanelerde babalarının başında bekliyor.

Yaşıtlarımın birçoğu, kedinin kıçını görüp yara sanması misali, etrafındaki yeni yetmeleri eleştirip, artık yaşlandıklarını söyleyip duruyorlar. Zamanında bu muhabbetler ile çok dalga geçtim blogda, hala da bu tarz mevzular yapan insanların şımarık olduğunu düşünürüm. Fakat ben ve can kardeşim için, artık biraz daha manevi sorumluluk alma zamanı geldi sanırım.

Değerini anlamak ve ne kadar önemsiz olduğunu fark etmek…Şu aralar algımız, bu iki yafta arasında seçim yapmakla meşgul.

Bu çemberin içinde kalanlarla devam edecek hayat…Sebebini açıklama ihtiyacı hissetmeden...

13 Aralık 2010 Pazartesi

Blog Var Dediler, Geldik....

• Uzun zamandır Fenerbahçe hakkında yazmıyorum. Söyleyecek çok şeyim var, ama kaleme dökmek işime gelmiyor. 2006 da Denizli’de de tribündeydim, geçen seneki malum Trabzon Maçında da. İki olay da benden çok şey aldı götürdü. Dünkü maça baktığımda skora üzülmeyi hakkıyla beceremediğimi fark ettim. Bu başkana, bu taraftara ziyadesiyle yakışır çünkü. Bugün 3 büyüklerin hali, 80 sonrası Türkiye’sini tarif etmektedir. Devletle iş yaparak zenginleşen kalitesiz para babalarının, iktidarlarını devam ettirmeleri için her yolu mubah sayma zihniyetinin bir devamıdır yaşadıklarımız. Yolda görsen selam vermeyeceğin magandaları, sırf parası var diye, canımız kadar sevdiğimiz takımlarımızın başına geçirip adam bildik. Müstahaktır bize. Hatta daha da ileriye gidiyorum ve sevgilisi tarafından terk edilen çapsız kızların, Facebook profillerine eklediği Sıla Şarkısının sözleriyle bitiriyorum: “3 kuruşluk adamları musallat ettik ömrümüze, ondandır böyle dibe vuruşumuz” Yerse! :)


• Geçen hafta Av Mevsimine gittim. Filmi teknik olarak eleştirecek bilgim yok, ama anladığımızı yazmaktan da imtina etmem. Kötü ve sıradan bir senaryo, Cem Yılmaz dışında fecaat bir oyunculuk, çizgi film karakterler (Yahu çatışma esnasında çalan telefonu açıp, kız arkla konuşmak nedir!), filmin hikâyesinin çok rahat tahmin edilebiliyor olması, Battal’ın trajikomik Adana Aksanı, Şener Şen’in skandal oyunculuğu…Yazarsın da yazarsın…Şener Şen filmden önce uzun yıllardır böyle bir senaryoyu bekliyordum deyince biz de gaza gelip gittik. Bu mudur yani! Kendini yenileyememenin zavallılığı… Bunlar hala Türkiye Gençliğini, kendileri gibi, 90 öncesinde kalmış zannediyorlar sanırım. Yeni nesil CSI, Cold Case izleyerek büyüyor efendiler. Yer mi sizin bu hayal kahramanı karakterlerinizi. Bari herkesin yere göre sığdıramadı Türk Dizileri gibi yapsaydınız. Çalsaydınız yani…En azından tutarlı konusu olan bir polisiye izlerdik.…Şener Şen bana 2,5 saat borçlusun…


• Türkiye’de herkes konuşmaya başladı. PKK’lısı da, şeriatçısı da, liberali de, Kemalist’i de, Atatürk Düşmanı da medyada gayet güzel yer bulabiliyor. Bir tek grup için bir şey değişmemiş durumda: Devrimciler. Hala; konuşamıyorlar, dertlerini anlatamıyorlar hatta medya suratlarına bile bakmıyor. İki tarafın da işine geliyor bu. Çünkü konuşacakları zaman Kemalizim adı altında uygulanan faşizmden ya da AKP’nin nasıl memleketi USA’ya peşkeş çektiğinden bahsedeceklerini biliyorlar. Çünkü devrimciler egemen güçlerin nefret ettiği bir şeye inanıyor, tam bağımsızlık. İşlerine gelen, onların sesini kısıp, halkın gözündeki bölücü ve anarşist olduklarına dair önyargıların devamını sağlamak. Deniz Gezmiş’in mahkeme savunmasında yaptığı efsane konuşmayı her gün bu milletin gözüne sokmayan medya eksiktir, satılmıştır. İşte bu ahval ve şerait içinde yapılabilecek tek eylem de yumurta atmaktır. O yüzden yumurta güzeldir, candır. Bir şeyler değişene kadar!

• Bir sabah uyansam ve 2 tip insan hayatımdan silinse. –de ve –ki eklerini yazmayı bilmeyenler ve yalnızlık, aşk, güçlü olmak kısır döngüsünde, sanat eseri yarattığını zanneden çapsız internet şairleri. Herkes şiir yazmasın, hele aşk şiiri hiç yazmasın.

• Onu bunu bırakın da, An Mevsimi’ndeki kötü karakterin aracındaki FB plakası neden seyircinin gözüne sokuldu. Tamam, camiada zengin avam popülâsyonu fazladır kabul ettik. Fakat bu yapılan abesle iştigaldir. Ayrıca öyle yüksek yapan üniversite mezunu tıfıl çocuğu cinayet masasına vermezler Yavuz Turgul Efendi.

• Bu çocuk, ay sonunda Fazıl Say prömiyerine gider. Dünyanın durduğu ve salondaki o kalabalığın içinde kendinle baş başa kalabildiğin bir ziyafet. BİFO konserleri beyindeki cerahati temizlemek için birebir. E bu kadar da şirket reklamı yapalım artık.

• Kenan Evren yargılanacaktı, ne oldu o iş?


• start wearing purple wearing purple

  start wearing purple for me now

  all your sanity and wits they will all vanish

  i promise, it's just a matter of time...

10 Aralık 2010 Cuma

Suat (V)

Sabahın ilk saatlerinde bir mezarlıkta sabahlamak…Bir de hava -5 dereceyse!

Dışarıdan bakıldığında delilik gibi dursa da, ateş başında ısınmaya çalışan, yaş ortalaması on yediyi geçmeyen topluluk, halinden memnun gibiydi. İstanbul’un çeşitli semtlerinden gelmiş bu gözü kara gençler, yıllardır bir efsane gibi anlatılan eski hikâyelere benzer bir deneyimin parçası olmak için sabırsızlanıyordu. Bazıları; vücutlarına soğuğa karşı korunmak için sardıkları muşambalarla, kaşkollarını başlarına yastık olacak şekilde katlamışlar ve çalı çırpıdan yaptıkları yataklarında, tipi eşliğinde yıldızsız gökyüzünü seyrediyordu. İçtikleri otla çoğunun zihni yarı bulanıktı.

Aynı saatlerde İstanbul polis telsizlerinden akşamki maçın iptal olduğu haberi geçmişti. O gün maça gitmeye niyetlenmiş kişiler, sabahın erken saatlerinde medyanın duyurduğu bu haberle planlarını iptal etmişlerdi. Görüş alanının sınırlı olduğu bu çetin günde, böyle bir organizasyonun yapılabilmesi mümkün olmayacaktı.

-Bu iyi oldu. Polis dağılacaktır.

Turgut; haberi el radyosundan almıştı ve bu tehirden doğan memnuniyetini mezarlıktaki grupla paylaştı. Hemen karşı tarafla telefon görüşmeleri yapıldı ve mevcut planda bir değişiklik olmayacağı hususunda mutabık kalındı. Fiko, Noel baba edasıyla taşıdığı büyük çuvalın içinden çıkardığı emanetleri gruba dağıtıyordu. Herkes istihkakına düşeni vücudunun bir yerlerine zulalıyor, Fiko’nun motive edici konuşmalarıyla yarı bulanık zihinlerini şartlandırıyordu.

Bu hareketlenmeyi uzakta bir mezar taşının üzerinde oturarak izleyen Suat, soğuktan takırdayan çenesine hakim olmakta zorlanıyordu. Erman bütün gece yanında durmuş, bir an olsun onu yalnız bırakmamıştı. Artık neden orada olduğunu sorgulamaktan vazgeçmişti, ama son seferki gibi günlerini hastanede geçirmeye de niyetli değildi.

-Erman..

-Efendim?

-Bu akşam gelmemin tek sebebi sizi görmekti, başka bir şey değil.

-Biliyorum, sen olmasaydın ben de burada olmazdım zaten. O günler güzeldi ama sadece eski zamanlarda yaşandığı için…

Konuşmalarını Fiko böldü, çuvalda kalanları göstererek “Ağalar ne fısıldaşıyorsunuz, yüklü müsünüz? Boş gitmeyin!”.

Suat cevap bile vermeyerek kafasını çevirdi. Erman gerek olmadığını söyledi. Turgut çılgınca ortalığı turluyor, herkesle ayrı ayrı konuşuyordu. Sayıları 40-50 kişi kadar olan grup, ağabeylerinin her söylediğini yapacak kıvama gelmişti. Bu grubu en az bu kadar daha kişinin katılması muhtemeldi. Turgut, yoldaki bütün grupçukları ayrı ayrı arayıp talimatlar yağdırıyor, polisin ilgisini çekmemeleri için toplu olarak dolaşmamalarını emrediyordu.

Feriköy Mezarlığı yıllar sonra ilk defa böyle bir hareketlenme yaşıyordu.

Turgut, yola çıkarken Suat’ın yanında durmasını istedi. En önde kol kola girip, Okmeydanı’nın arka sokaklarında buluşma yerine doğru hareketlendiler.

Artık sessiz olma vaktiydi. Turgut bağıra çağıra tezahürat yapan gençleri susturdu. Korkanların, içinde en ufak şüphe olanların, kaçacakların şimdiden ayrılmasını söyledi. Bitişik nizam yürüdüğü Suat’a, onun da bir zamanlar bu çocuklar gibi olduğunu söyledi gülümseyerek.

Suat, sağlam durmasının gerektiğini bilerek Erman ve Turgut’un kollarına daha sıkı sarıldı. Arkadaki kalabalığın, mevzu anında, en ön sıradaki lider grubuna göre hareket edeceğini bilecek kadar çok bulunmuştu bu âlemde. Yıllarca sabahçı tayfasının komutanlığını yapmış olmanın deneyimiyle bulundukları konumdan rahatsızlık duydu. Ara sokaklarla beslenen bir yokuşun başındayken, Turgut’u uyarması gerektiğini düşündü.

-Bence burada duralım, arkadan yolu uzatıp öyle gidelim. Bu yol tehlikeli.

Turgut gençlerin yanında kararlarının sorgulanmasından hiç hoşlanmazdı. Suat’a bu karlı havada yokuşa tezgah açılmayacağını, yokuşu çıkmazlarsa buluşmaya geç kalacaklarını söyledi. Suat, eskiden olsa bu hatanın yapılmaması için sonuna kadar mücadele ederdi ama artık umurunda değildi. Turgut’a danışmadan, herkesin gözünü dört açmasını bağırarak salık verdi. Turgut bu durumdan hiç hoşlanmadı, bu talimatları vermesi gereken kendisiydi ama bir şey söylemedi ve grubu buz tutmuş yokuşa doğru yönlendirdi.

Arkadaki grup paltoların içindeki zincirlere, sallamalara ve bıçaklara doğru elini atmış hazır kıta onları takip ediyordu. Suat 20 kilo fazlasıyla artık bu işlerin adamı olamayacağını yokuşu çıkarken bir kez daha anladı. Soluk soluğa tırmanırken büründükleri sessizlik sağ taraftan duydukları bir bağırışla kesildi. Suat’ın korktuğu başına gelmiş, ara sokaktan yokuş aşağı üzerlerine koşan rakip takım çocuklarının tuzağına yakalanmışlardı. Yedikleri bu baskından yara almadan kurtulmaları imkansızdı.

Fiko gırtlağını patlatırcasına dağılmamalarını ve sağlam durmalarını söylese de, bloktan kopan ufak bir grup yokuş aşağıya kaçmaya başladı. Suat üzerlerine gelen grubu karşılamaya çalışan kalabalığın yarattığı momentumla kendini yerde buldu. Eğer eski zamanlardaki rajon değişmediyse, yerdeki kişiye vurulmaması gerekirdi. Yattığı yerden çatışmayı izledi, kalkmaya niyeti yoktu. Buzların üzerine uzanmak, şu an için bulunduğu ortam için en konforlu hareketti.

Yattığı yerden gencecik çocukların birbirini yaralamasını izliyordu. Kötü durumdaki birkaç çocuğa kalkıp el vermeyi düşündü ama ayağa kalkmayı bile başaracağından emin değildi. Sessizce bu hengâmenin bitmesini beklemekten başka çaresi yoktu.

Tam bunlar olurken Erman’ın birkaç kişi tarafından kötü sıkıştırıldığını gördü. Çocuklar onu ortalarına almış, durmadan vuruyorlardı. Boniek eski günlerdeki gibi yıkılmıyor, aman dilemiyordu. Suat, yıllardır unuttuğu bir hisle dolup taştı. Midesinden gelen bir öfkeyle bağırmaya başladı.

Olduğu yerden kıvrakça doğruldu ve görebildiği ilk kalın zincir parçasını eline aldı. Gözlerini kapatmış ve tek bir hedefe odaklanmıştı.

Beş kişilik kalabalığın içine girip önüne gelene vurmaya başladı. Erman koluna girip “hadi gidelim buradan Suat” diyene kadar her şey bulanıktı onun için. Erman’la uzaklaşırken Turgut’la göz göze geldi. Birbirlerine bir şey söylemek gereği duymadılar. Durumun ikisi içinde anlaşılır olduğu açıktı. Hızlıca koşarken son duydukları Fiko’nun bağırışlarıydı. Onları kovalamaya çalışan birkaç kişiyi de etkisiz hale getirdiler. Erman, minnet duygusuyla Suat’ın elini sıktı:

-Suat, gene eski günlerdeki gibi beni bırakmadın kardeşim…

-Her tarafın kanıyor Erman. Okmeydanı Hastanesine gitmeyelim, polise ebeleniriz. Benim tanıdığım bir klinik var, hadi!

-------

Aysel, Uludağ’da kiraladıkları evin şöminesinin başında, İstanbul’daki kar çilesini televizyondan izliyordu. Bir gözü saatte eşinin gelmesini bekliyor ve durmadan babasını soran Petek’i telkin ediyordu. Suat’ı en son 2 saat önce aramış ama kocası telefonunu açmamıştı. İyice paniklese de, üzüntü ve şaşkınlığını belli etmemeye çalışıyordu.

Sessizlik, karları aşa aşa gelen bir arazi aracının, bembeyaz karları çiğneyen tekerlek sesiyle bozuldu. İki kısa korna sesi! Bu Suat’ın tarzıydı!

Aysel sevinç içinde kapıya doğru fırladı. Gülen gözlerle kendisine bakan kocasına sanki aylardır ayrılarmış gibi sarıldı. Suat, Petek’i de kucağına almak için harekete geçtiğinde Aysel’in gözüne arabadaki bir karartı takıldı. Başı sargı içerisindeki bu adamın kim olduğunu sorarcasına Suat’a döndü
-Aysel tanıştırayım….Erman. Kendisi çok iyi ve eski bir dostumdur. Bu sabah buzlanma sebebiyle bir trafik kazası geçirdi. Ben de aldım buraya getirdim. Biraz burada kalıp kafasını dağıtsın diye.

Aysel, Erman’ın gözünün içine baktı ve gülümseyerek elini sıktı.

-Hoş geldiniz, ilk defa Suat’ın eski dostlarından biriyle tanışıyorum. Yemek hazırladım. Umarım bir şey yememişsinizdir ve kayak yapmayı biliyorsunuzdur. Yedek takımlarımız var….



SON