Neşter etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Neşter etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Ocak 2011 Salı

Şimdi,Değerli Alkışlarınızla... Fecaaaaaaat!!!


Hepimizin başına gelmiştir muhakkak, hani eğlence adı altında bir yere toplanırsın ama o aşamaya kadar binlerce sıkıcı rutinle muhatap olursun.

Şirket yılbaşı kutlaması yapar, adı üzerinde kutlamadır, insanlar bütün senenin sıkıntılarını atmak için kurtlarını dökecektir ama genel müdür konuşmadan hiçbir şey başlamaz. Bir belediye konserine gitmişsindir, illaki başkan mikrofonu eline alır saatlerce kendini över. Uluslararası bir spor organizasyonuna ev sahipliği yapmışsındır, organizasyondan sorumlu yetkili iki kelam etmeden haşa takımlar sahaya bile çıkamaz.

Benim eğlenmeye başlamam için neden senin konuşma yapman lazım arkadaş! diye kimse sormaz, soramaz…

Klasik bir geri kalmışlık göstergesidir yukarıda örneklediklerimiz.

Çünkü bu; patron olsun, genel müdür olsun, başkan olsun bütün iktidar sahiplerinin vermek istediği mesajın güçlü bir tezahürüdür: “Burada bulunma sebebiniz benim, dolayısıyla beni dinleyeceksiniz”.

Yıllardır kapısında yattığım stadyum yıkılacak. Üzüntülüyüm çünkü anılarım var, sevinmişim, üzülmüşüm, yeri gelmiş aileme, sevgilime tercih etmişim orayı. Şimdi bambaşka bir mekanda kucaklayacağım takımımı. Sabah en sevdiğim formamı, kaşkolumu takmışım. Takımın bu stada ilk çıktığı anki alkışın ve coşkunun bir parçası olmak için tribündeyim.

Ve fakat…

- Şimdi bir konuşma yapmak üzere TOKi Başkanı….

-Stadın yapımında çok emeği geçen Başbakanımızı kürsüye….

Bakın oradaki problemin tamamı esasında AKP’ye tepki falan değildir. Oraya Gandi Kemal’i de aynı şartlarla çıkarsaydınız, o da yuhalanırdı. Tabii ki o tuvalet bekçisi yapmayacağım TOKİ Başkanının konuşmaları etkili olmuştur ama kimse o motivasyonda devlet erkanının konuşmasını çekmez, çünkü onların vermeye çalıştığı yukarıda belirttiğim mesaj, hala endüstriyelleşmeye direnmeye çalışan taraftara sökmez.

Kömür, buzdolabı dağıtarak halkı meydanlara toplayan çokbilmişlerin, aslında halktan ne kadar uzak olduğunu gösteren bir tavırdır bu. Hiç kimse demez mi Başbakana bu konuşmayı yapmasın! Bu kadar siyasi şov yapılmak isteniyorsa yaparsın bir maç günü bülteni, koyarsın RTE’nin fotoğrafını da konuşmasını da. Vatandaş en fazla uçak yapar sahaya atar. Bakınız koltuğa serer üzerine oturur demiyorum, zira stadyum yeni, koltuklar gıcır. Yoksa başbakanımızın olduğu sayfaya mabadını yerleştirmeyi teklif etmek ne haddimize!

Türkiye’de ne kadar AKP’li varsa GS tribünlerinde de o kadar var. Galatasaray taraftarı AKP karşıtı falan değildir, sadece zevzekliğe karşı çıkmıştır. Lefter’i Fenerbahçeli milli kaleci zanneden ve utanmadan bunu söyleyen CHP başkanı da bu kafayla iktidarda olsaydı, gene o konuşmayı yapmaya çıkardı ve aynı tepkiyi görürdü.

Hiç merak etmeyin! Şu yeni tribün yasası çıksın, bütün tribünler koyuna dönsün, futbolun ruhunu bilmeyen miting koyunları statları doldursun bu protestolardan eser kalmayacaktır. Daha önceki yazımızda belirtmeye çalıştığımız, ama çok sevdiklerimizin dahi anlamayıp tepki gösterdiği yazıda da anlatmaya çalıştığım buydu zaten.

O yasa Cumartesi günü yuhalayanları temizleyecek tribünden ve günün anlam ve önemi hakkında birkaç söz söylemek isteyen badem bıyıklıları dinlemeye devam edeceğiz statlarda.

Stadın yapımı, Galatasaray’a tahsis edilmesi ile ilgili takımdaşlarımın bazı yorumlarına da katılmıyorum. Devletin görevi milletin saadetidir. Üç büyükleri desteklemek (Trabzonspor demiyorum dikkat), halkı mutlu etmektir. O stada harcanan paraya gelene kadar kafayı takacak daha çok şey var bu ülkede. TT Arena’da organize edilebilecek bir CL Finali veya bir milletlerarası şampiyona bütün o masrafları siler, üzerine bu ülkeyi kara geçirir (İstanbullu otel sahiplerine sorunuz, son yıllarda en büyük ciroyu ne zaman yaptılar?).

Ha ona yapıldı neden bize yapılmıyor…. Geçeceksin, herkese yapılmıştır benzer kıyaklar. Ayrıca Galatasaray ASY’yi bırakarak dönüm noktası niteliğinde bir hata yapmıştır bana göre.

Söz uçar yazı kalır, biz buradayız bekleriz…

28 Aralık 2010 Salı

Al Benzinini HES'tir Git...

Alışveriş merkezleri, her ne kadar hiçbirimiz hakkında sitayişle bahsetmesek de, hayatımızın bir parçası oldu. Bu merkezlerin otoparkına girerken arabalara yapılan gayri medeni aramaların ne kadar sinir bozucu olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Peki ne arıyor o kraldan çok kralcı geçinen güvenlik görevlileri arabalarda? Sadece bagaja ve ayna ile arabanın altına bakmanın ne gibi bir güvenlik prosedürü ile alakası var?

Artık çoğumuzun bildiği üzere, arabalarda bakılan şey takılı bir gaz sisteminin olup olmaması, yoksa  bir teroristin komidine saklayabileceği ve İstanbul’un yarısını havaya uçurmaya yetecek C-4 kimsenin umurunda değil.

Değil ki bakmıyorlar…

Hatırlayan varsa söylesin, en son ne zaman gazlı bir arabanın patlayıp, umuma açık bir mekana maddi manevi zarar verdiğini duyduk? Oysaki ben, sıkça yanan benzin istasyonları ile ilgili haberleri okuduğumu hatırlıyorum.

Ya da böyle vakalar varsa bile, bu benzinli arabaların çıkardığı sorunlardan fazla mıdır?

Soruyu başka şekilde soralım, yıllardır gazlı sisteme geçişlerin otomobillere ne kadar zarar verdiği söylenir durur, kaç tane gaz kullandığı için katastrofik olaylarla karşılaşmış sürücü ile tanıştınız?

Bugün Hyundai gibi birkaç markanın tamamen fabrika garantisiyle ürettiği gazlı modeller var. Ama bu araçları, gerek vergilendirme adaletsizliği gerekse toplumdaki “gazlı araç sahibi insan ucuzcudur, magandadır” önyargısı yüzünden piyasaya sürmekten imtina ediyorlar.

Düşünsenize sizi alışveriş merkezlerine bile almıyorlar!

Aynı şekilde Japon Üretici Firmaların yurtdışında gayet güzel sattıkları hibrid arabaların, sadece yüksek vergiler nedeniyle Türkiye’de piyasaya süremediği bilinen bir gerçek. Hatta ilgili bakanın, bu politikanın bilinçli yapıldığını, zira devletin benzinden çok fazla vergi aldığını ve bundan vazgeçemeyeceklerini açıkça söylediği dahi iddia ediliyor.

Bu otomobildeki yakıt sistemleri konusuna tekrar dönmek üzere ara verelim ve diğer konumuza geçelim.

HES (Hidroelektrik Santral) mevzusu bir süredir gündemi meşgul etmekte. Muhtemelen bu konuda basında çıkan haberleri okuduğunuzda çok fazla sinirleniyorsunuz, zira katledilen doğa, ölen hayvanlar, değişen iklimler mevzu bahis ise, bundan etkilenmemek imkansız.

Ben, bu santrallerin inşasına mal tedarik eden bir sektörde çalışıyorum. Bu güne kadar on kadar HES Projesine mal sattım, dört tane projenin de şantiyesini bizzat görme fırsatım oldu. Bugün hali hazırda üç tane işleyen santralde emek ve tecrübem var.

Bu konuya girmemin sebebi bugün yaşadıklarım. Sektördeki en büyük rakiplerimizden birinin Genel Merkezinin önünde yaklaşık on beş gündür şiddetli eylemler gerçekleşiyor. İki Firmanın arasında yaklaşık 100 metre olduğundan dolayı ben de bu eylemcileri her gün gözlemliyorum. Rakibimizin, lisansı kendisine ait olan ve Loç Vadisine kurmayı düşündüğü santrali ellerindeki dövizlerle protesto ediyorlar. Büyük çoğunluğu kadın olan bu güruh, genciyle yaşlısıyla yılmaz bir şekilde, rakibimizi cadde ortasında kalaylıyor.

Birkaç defa bu aktivistlerle konuşma fırsatım oldu. Tabi ki tamamen yoldan geçen bir bankacıymış gibi davranarak. Konu hakkında fikri olmayan vatandaş misali bilgi almaya çalıştım. Bu iyi niyetinden şüphe duymadığım arkadaşlarla ilgili olarak gördüğüm şuydu.

1) HES’in ne demek olduğunu tam olarak bilmiyorlar

2) Bir HES inşaatının nasıl yapıldığı hakkında en ufak fikirleri yok.

Birilerinin yönlendirmesi ile doğru olduğuna inandıkları şeyi büyük bir fedakarlıkla uygulamaktalar. Aynen zamanında Bergama’daki halk gibi…Hani yıllar sonra yurtdışındaki altın baronlarının kışkırtması ve nemalamasıyla o eylemleri yaptıkları ortaya çıkan halk…

Son yıllarda çıkan bütün büyük savaşların temelinde de, Türkiye’nin boynunda duran kılıcın üzerinde de enerji problemi olduğu gün gibi açık iken, en az bedel ödenecek çözüm yöntemlerinin uygulanması kaçınılmazdır. Hiçbir kimyasal atığı olmayan, tamamen doğal yollarla elektrik üreten, sanayi olarak fakir bölgelerde istihdam yaratan, asla basında abartıldığı kadar yeşil katliamı yapmayan bu projeler Türkiye’nin geleceğidir.

Besmele çeker gibi doğaya karşı sorumluluklarını andığımız İskandinav Ülkeleri, baştan aşağıya HES projeleriyle doludur.

Tabi ki derelerden toplama havuzlarına alınan miktar, kuyruk suyu aşamasına kadar hattaki debiyi azaltmakta. Bu da ödenmesi gereken bir bedeldir. Çünkü ülkenin bu problemi bedel ödenmeden çözülmez! Kaldı ki ciddi yatırımcılar özel uygulamalarla ekolojiye yaptıkları etkiyi minimuma indirmeye çalışmaktadırlar.

Bakınız başka büyük bir yatırımcı, ki aktivistler tarafından ciddi şekilde protesto edilmektedir, Aksu Vadisine kurduğu santral için yaptığı çalışmaları nasıl özetliyor:

• Yatırım sürecinde Hacettepe ve Erzurum Atatürk Üniversiteleri gibi akademik kurumlarla işbirliği yaptık, sivil toplum örgütlerinden görüş aldık.


• Bölgedeki yaban hayatının çalışmalardan etkilenmemesi, yaban hayvanlarının dere havzasına daha rahat inebilmeleri için özel yollar yaptık.


• İnşaat molozlarından ötürü öldüğü iddia edilen balık örnekleri, Tarım Bakanlığı’na bağlı veterinerler tarafından incelendi ve söz konusu havzada daha önce de görülen bakteriyolojik bir hastalık nedeniyle öldükleri tespit edildi ve raporlandı.


• Çevre Bakanlığı’na verdiğimiz taahhüt doğrultusunda balıkların korunması ve göç edebilmesi için özel balık merdivenleri kurduk.


• Aksu nehrindeki hayatın devam edebilmesi için gerekli olan ‘can suyu’ oranını Çevre Bakanlığı’na verdiğimiz taahhüt gereği aylara göre değişen oranda, % 10 – 30 arası suyu akarsu yatağına bırakacağız.


• Proje kapsamında kayıtlı olan 246 adet ağacın kesimine karşılık, Orman Bakanlığı’na 86 bin ağacın dikilmesi için gerekli olan fonun ödemesini gerçekleştirdik.


• Projenin başlangıcında köy yollarını ve ev duvarlarını güçlendirici ve düzenleyici uygulamalar yaptık.


• Vadinin içinde yapılmakta olan enerji nakil hattı yüksek değil, orta gerilim hattıdır. Bu hatların şartnamelere uygunluğu ve sağlığa zararlı olmadığı yasal olarak teyit edildi. Hattın çok küçük bir bölümünde güzergah planını köy halkının mutabakatını alarak yerleşim bölgesinin en yakın 40-50 metre uzağında konumlandırdık. İddia edilen 154 kV’lik yüksek gerilim hattını vadinin dışında yerleşim bölgesinden çok uzaktan geçecek şekilde planladık.

Büyük çoğunluğu Türk Müteşebbislerden oluşan yatırımcılara, Rahmetli Uğur Mumcu’ya atıfta bulunurcasına saldırmak acımasızcadır. Tabi ki burası Türkiye ve yapılan her iş suiistimal edilmeye müsait. Her projenin çevre bilinciyle takip edilmesi ve bir hataya karşı bütün kamuoyunun uyarılması bütün vatandaşların asli görevidir. Ama konuyu “HES’lere karşıyız !” sloganına indirgemek, Vatan Kurtaran Şaban ahmaklığının bir adım ötesi değildir. Bununla beraber konuyu rasyonel olarak düşünebilen bilim adamları da mevcut, son günlerde birkaç tanesini radyo programlarında dinleme fırsatım oldu. Kendileri; HES’lere karşı olmadıklarını, ama bazı projelerin verim ve doğaya tahribat açısından iptal edilmesi gerektiğini söyledi. Bu konuda haklılar, gerçekten sadece birilerine peşkeş çekilsin diye lisans verilmiş bazı projelerin ivedilikle iptali gereklidir. Bu konunun başka bir boyutudur. Eğer eylemciler meseleye bu açıdan yaklaşsalar emin olun ki bu memlekete daha fazla yararları dokunacak.

Son benzin zamlarından sonra durmadan tanıdıklarımdan protesto mailleri alıyorum. Konular “Geçen sefer protesto edemedik bu sefer şöyle yapacağız” minvalinde. Yapamazsınız, yaptırmazlar, zira sizin bu eylemleriniz petrol baronu medya kuruluşlarında yarım ağızla yer bulur, arkanızda sizi organize edecek doğalgaz tekelcileri de olmaz. Üç gün sonra unutur hayatınıza devam edersiniz, sonra Türk Halkının koyunluğundan şikayet eder akabinde de AKP veya CHP’ye oy verirsiniz.

Bu ülkede elektrik kaynaklarını çoğaltmaya ve faturaları düşürmeye yarayacak her hareketin önüne set çekerler ki hibrid arabalar bu vergi adaletsizliğine rağmen tercih edilir olmasın, “adama bak Ferrari’sine gaz taktırmış, rezil etti bizi dünyaya eki eki” haberleri yaparlar ki herkes tıpış tıpış benzinli araba alsın.

Bana benzin protestosu ile ilgili mail atan sevgili kardeşlerim!

Önce o gazlı arabalar neden giremiyor alışveriş merkezlerine onu halledelim, bir bakmışsınız her şey değişmeye başlayacak. Çünkü size komik gelse de, şu an benzin zamlarıyla ilgili yapacağımız en etkili eylem bu olacaktır.

Doğalgaz faturalarından şikayetçi sevgili emekçiler!

Ülkenin kendi enerjisini nasıl üretebileceği üzerine kafa yoralım. Bu coğrafyayı; doğalgaz adaletsizliğine veya son çare olarak nükleer santrale muhtaç etmeyelim.

Ya da siz bana bu mailleri atmayın...Ezber bozmayan esintilere karnım tok çünkü.

16 Kasım 2010 Salı

Kardeş Tavsiyesi

Bilim İtaatsiz Olana İhtiyaç Duyar-Theodor Wiesengrund Adorno

Bu ünlü vecizeyi, tam doğru olarak söyleyemese de, ablam hatırlattı bana.

Toplumun bilince döşemeye çalıştığı beton duvarların arkasından eleştirenlerin ve bu duvarın ötesine bakmaya çalışanları ahlaksız olarak nitelendirenlerin dönüp dolaşıp okuması gereken bir manifesto bu.

İtaatsiz olun..herkese inat...

Bayramınız kutlu olsun

7 Eylül 2010 Salı

HAVET!



Son günlerde bütün iletişim organlarında referendum teranesini dinlemekten tek sıkılan ben değilimdir sanırım. Hayatımız boyunca; bizi futbol fanatikliğiyle suçlayan, bir takımın peşinden bu kadar koşulur mu diyen, taraf olmayı gereksizlik, rakip görmeyi eziklik bilen insanların, körü körüne destekleme hususunda bizi kat be kat aştıklarını eğlenerek izliyorum.

Mübalağa etmiyorum, şu an kutuplaşanlar takım fanatikliğinin bir adım gerisinde değil. Herkes, kendini bir tarafı savunmak zorunda hissettiği için, neferlik yapmakta. Bu çığırtkanların çoğunun referendum maddelerine hakim olduğuna bile inanmıyorum. Şu an okuduğunuz yazıyı referenduma 6 gün kala yazmakta olan kulunuz, hala nereye oy atacağına karar vermemiş durumda. Dolayısıyla ben bu satırları yazarken sesli düşüneceğim. Birçoğunun yapmak istemediği şekliyle, konuya tarafsız bakmaya çalışıyorum. Çünkü ben parti borazanı değilim, kayıtsız şartsız hiçbir oluşuma teslim olmam. İrdeler, kararımı öyle veririm. Bir kişinin veya oluşumun her zaman doğru kararlar vereceğini iddia etmek, Atatürk'ün Beşiktaş'lı olduğunu iddia etmek kadar komik ve tutarsızdır çünkü.

İlk olarak, ben bu parti atışmalarını fabrika patronu-sendika çekişmelerine benzetiyorum. Görünürde 2 taraf var, fakat değişmeyen gerçek aşikar. Bir taraf muktedir öteki taraf hizmetli!. CHP öyle bir siyaset güdüyor ki sanırsın asla iktidar olmak gibi bir niyeti veya umudu yok. Durmadan, bu referanduma evet çıkarsa, hükümetin devletin bazı kanallarını ele geçireceğini ve bunun da AKP nin "malum" hedeflerine ulaşması için son darbeyi vuracağını söylüyor. Behey basiretsizler! 2 sene sonra genel seçim var, sen iktidar ol sen kullan o kanalları da 8 senedir eleştirdiğin düzeni paramparça et! Referendum bütün bu hakları AKP ye bağlamıyor ki, iktidar partisine bağlıyor. Bu ne ezikliktir bu ne mağlubiyeti kabullenmektir! Adamın biraz gururu olur. BJK bile bıraktı "nasıl olsa 2 büyüğün yanında yer alamıyorum bari ezilene yatıp prim yapayım" stratejisini. Adamlar Q7'yi aldı, CHP hala Kamer Genç ile gol yollarında etkili olmaya çalışıyor.

Şimdi buna şu şekilde cevap verenler olacaktır "Hayır diyenler ülke menfaatini ve demokrasiyi ön planda tutuyorlar". Güler geçerim. Bu ülkede; CHP nin belediyelerde ve devlet idarelerinde yaptığı kadrolaşma ve adam kayırma rekorunu, herhalde uzun yıllar hiçbir parti kıramaz (Bu yazdıklarımı; uydurmuyor, bizzat devletle iş yapan birisi olarak gözlemlediğim için söylüyorum).

Ayrıca; ister demokrasi deyin ister kuvvetler ayrılığı, bu kavramları iktidardan ayırabilmiş hatta ayırmayı istemiş, modern batı dünyası dahil, hiçbir düzen yoktur olamaz da. Bize anlatılan şehir efsanelerini bir kenara koyarsak, batı toplumunda da (özellikle USA'da) yargının hükümet politikalarına hizmet ettiği aşikardır. Zaten batıda, bizi uyutmak için anlatılagelen demokrasi kavramından eser yoktur. Zira o çok özendirilen medeni topraklarda; çatıdan Türk Bayrakları indirilir, cami minareleri yıkılır, başka ırktan olanlara pislik muamelesi yapılması vaka i adiyedir. O yüzden açık konuşmakta fayda var; eskiden yargı asker ve savcı insiyatifiyle taraflıydı, artık iktidar insiyatifiyle taraflı olacak. Giren çıkan hep vatandaşa olacağı için bu hususta ahkam kesmenin beyhude olacağını düşünüyorum. Ayrıca tutarlı olmakta fayda var, şu an iktidarda AKP yerine "Süper Atatürk'çü ve laik" bir parti 8 yıllık saltanat sürmüş olsaydı, o Facebook ta her allahın günü HAYIR'lı görsellerle kafa şişiren sıkıcı insanlar, aynı maddeler için bayıla bayıla evet tercihini destekleyeceklerdi. Zaten esas da budur, anayasa particilikten ve siyasetten bağımsız olmalıdır. Doğru, iktidarda kimin olduğuna göre farklılık göstermemelidir.

Gelelim öteki tarafa. AKP nin bu referendumla; tatlı su kurnazlığı yaptığı, hakkaniyetli maddelerle insanın gözünü boyayıp kritik 2 maddeyi geçirmeye çalıştığı, konuşulması gereken noktaları hasıraltı edip ot bokla "Evet" oyu istediği zaten açık. Ayrıca 12 Eylül'ün; yarattığı ve yol verip nemaladığı bir mantalitenin son temsilcilerinin darbecilere kızıyor gibi yapması tamamen bir ortaoyunudur. Adama sorarlar: bu ülke 12 Eylül'den önce de müslümandı ama senin mahsulu olduğun tarikatlar piyasada yoktu, o nasıl olacak? Bununla beraber AKP'nin, 250 mebusunun hakkında işleme konulamayan davalar olduğu bir ortamda, milletvekili dokunulmazlığını kaldırmaya yönelik bir aksiyonu olmadığı sürece hak hukuk adaletten bahsetmesi ayıptır, yavşaklıktır!

RTE'nin, tabiri caizse arkadan rüzgar yapıp televizyon karşısında yüzleşmeden kaçması da delikanlılığa sığmaz. Neden korkuyorsun, neyin açığa çıkmasından çekiniyorsun? sıkışınca "one minute" çekip, gider yapacağın bir moderatörü de kabul eder bizim Gandhi Kemal. Türk Milleti'nin örfünde yüzüne söyleyemeyeceğin şeyi arkadan konuşmak yoktur. Nasıl Kasımpaşa'lılık bu efendi...

Bir tarafta yenilgiyi baştan kabul etmiş, bütün kalelerine girilmiş, bezmiş, yokolmuş bir muhalefet.Öteki tarafta insanları salak yerine koyan, satılmış,yalancı ve takiyeci bir iktidar.Siz gerçekten hangi karar çıkarsa çıksın bu ülkenin demokratlaşacağını mı zannediyorsunuz?

İnsanlar işsiz, insanlar aç...İşsizlik tavan yapmış, kimsenin gelecekle ilgili bir umudu yok, herkes mutsuz, herkes çaresiz...

Verdiler elimize bir referendum geyiği kıvırıp kıvırıp duruyoruz. Artık 13 Eylül sabahı naparız gerisini bilmem.

* Görsel: İcmihrak.blogspot.com

27 Temmuz 2010 Salı

Neler Öğrendik...

* Mesela bazı jenerik söylemlerin aslında ne kadar doğru veya ne kadar anlamsız olduğunu öğrendik. Örneğin ne kadar geleceğini tahmin etsen de; babannenin ölümünün seni ne kadar üzebileceğini ve üzüntünün çok sevdiğin insanların üzüntüleriyle ne kadar katmerlenebileceğini öğrendik."Ölenle ölünmez evlat..."..Bu kadar kolay mı?..söyleyene kolay işte..

* Aynı zamanda İstanbul'da defin ritüelinin ne kadar değiştiğini öğrendik. Mesela artık yıkama işlemini camiler yapmıyor. Belediye belirli merkezlerde işi otomasyona bağlamış. Duvarlarında koca koca "Burada para vermek kovulma sebebidir" yazıyor. Bu işlemi camilerdeki maddi manevi istismarı engellemek için yaptıklarını hatta cenaze namazını bile merkezden yolladıkları imamla kaldırttıklarını da öğrendik. Belediyelerin cenazeler için otobüs tahsis ettiğini öğrendiğimizi saymıyorum bile...

* Tabi yukarıdaki maddenin ışığında neden AKP nin bu kadar oy aldığını bir kez daha anladık...Helal olsun ve hatta two thumbs up! diyoruz başka bir şey demiyoruz...Bazı kafaların daha bir fırın ekmek yemesi gerektiğini de öğrendik...

* Bir de şunu öğrendik, hayatta en büyük empati bir insana yol tarif ederkenkiymiş. Bir insanın hayata bakış açısını, seni ne kadar düşündüğünü ve hatta zekasını yol tarif etmesinden anlayabilirsin. Zira hayatta kendini karşı tarafa tamamen teslim ettiğin andır birisinin tarifiyle yola çıkmak. Karşı taraf basit anlattığını sanır, ama yol ilerde çatallaşır ve ne yapacağını bilemezsin...sağa dönmen gereken yerden dönüş yoktur...300 metre sol kolda görmen gereken sapak hala karşına çıkmamıştır...Doğru insan, bir yolu tarif ederken yaşayacağın butun olumsuzlukları masaya koyan, "bak yol çatallaşacak ama sen sağdan direk devam et", "orda dönüş yasaktır ama sen gir yol geniş polis yok", "300-400 metre ilerde bir sapak olacak hatta yanında çiçekçi vardır, bulana kadar bırakma" diyebilen insandır ... İşte o insana güvenebilirsin...Bunu da öğrendik iyi oldu...

* En son olarak da şunu öğrendik: Çok sevdiğin insanların yeni doğmuş çocuğunu, kendi evladın gibi sevebilme potansiyelinin damarlarında mevcudiyedini...Hayırlı olsun size Erbaş'lar...

Birileri gelir birileri gider...hayatın tek tarifi bu...

Kalın sağlıcakla...

10 Haziran 2010 Perşembe

Delikanlının Galaksi Rehberi #4


Ey oğul:

*Delikanlı adam konuşurken karşısındaki adamın orasına burasına dokunmaz. Tik mahiyetinde omuzuna vurmaz.Kimseye el şakası yapmaz. Sokakta, kankası da olsa, hiçbir erkekle birbirine sarılarak yürümez. Unutma, 2008 Avrupa Şampiyonasındaki Hırvatistan maçından önce, rakip ülke gazeteleri, vatandaşlarını "maç öncesinde sarmaş dolaş gördüğünüz Türk'leri gay sanmayın bu onların kültürü" diyerekten uyarmıştı. İşte bu satırların yazarının milli gururu, çuval geçirme olayında bile bu kadar zedelenmemişti Sayın Fecaat severler.... Türk Budun ertin ökün!

*Bir hatun kişiyle; gelecek planları, hayatta ne yapmak istiyoruz, nasıl bir işimiz olsun diye geyik çevirken eğer :"Ben bir cafe açma istiyorum, ufak bir şey olsa da olur, bu konuda kendime güveniyorum, düşünsene sadece arkadaşlarım bile gelse yeter" tarzı laflar duymazsan o kızı anında terket. Unutma ki bu topraklarda yaşayan her dişinin bir cafe açma kolpası vardır ve daha açabilene rastlanmamıştır. Bunu itiraf etmeyen ya yalancıdır, ya başka beklentileri vardır. Bir kız hayatta en çok onun ne kadar güzel cafe işletmecisi olabileceğin söylenmesinden hoşlanır. Baktın ilişki boka sarıyor ver "Ya sen bu pasta kek işinde çok iyisin bence bunu genişletmelisin"'i olmadı mı? ver " ya senin insan ilişkilerin çok iyi daha sosyal bir iş yapmalısın"'ı o da mı olmadı!? ver "Senin muthiş bir organizasyon yeteneğin var bunu değerlendirmelisin"'i ....bu cendereden çıkabilecek bayan olamaz...

*Delikanlı adam, hiç bir surette, iç çamaşırlarını etrafa teşhir etmez. İç çamasırı namahremdir, lastik kısmındaki markayı millete gösterip hava atıcam diye şaklabanlık yapmanın alemi yoktur. Sonuçta don dediğin; son damlanın emildiği, istenmeyen ereksiyonların berteraf edildiği, dengesiz yükün absorbe edildiği, işlevsel bir bez parçasıdır. Ona başka anlamlar yüklemek efemineliğe kayar. Hattı zatında ""aa çocuğa bak CK boxer giyiyooo" diyip meşke gelen, varsa, hatun kişilerin de ekseriyetle zeka seviyesi aşikardır.

* Unutma, bu hayat insanlığı, eşitliği, kardeşliği anlayabilen kişilere yakışır. Her ne olursa olsun: "Abi Hitler haklıymış, tamam milleti sabun yapmış ama bir sebebi varmış", "Adam çalıyor ama iş de yapıyor", "Ben azınlıkların hakkına saygılıyım ama...." tarzı cümleler kuran kafaları etrafından uzak tut. Katilleri yüceltenler suç ortaklarıdır. İnsanı yaşat ki devlet yaşasın...

* Delikanlı adam sağda solda çok kitap okuduğuyla övünen şahısları izlemeye alır. Kitap dediğin "Aşk" romanıysa veya kolpadan derin devlet araştırmalarıysa, o şahsı kaale almaz. Her ortamda bozar. Hayatı boyunca bir Rus Klasiği okumamış adama cahil muamelesi yapar. Beyaz Serinin 2000 li yıllar versiyonunu okumak insana ne kazandırır, o da başka bir araştırma konusudur.

* Delikanlı adam konuşurken "atıyorum", "sallıyorum" tarzı ibareler kullanan kişilere sert yapar. Hele ellerini şu an tarif etmek istemediğim şekile sokup " tırnak içinde söylüyorum" tarzı mevzu destekleyici sortiler yapana mesafe koyar. Türkçe'nin, cümlelerin yan anlamını konuşma dilinde ifade etmekte yetersiz kaldığı malumdur. Fakat bu bile abesle iştigali haklı çıkarmaz. İki cümle fazladan konuşursun o anlamı sağlarsın...adamı deli etmeyin...

*Hadi olmaz ya...Cafe işi tutmadı mı...ver halka ilişkiler veya reklamcılık gazını...!! olmazsa kapatıyorum bu blogu...daha ne diyeyim sana...

Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur...

13 Mayıs 2010 Perşembe

Haydi Hayırlı Traşlar...


Genelde 1 numara saçla dolaştığım için, öyle başkaları gibi berber tercihim yoktur. Bulduğum berbere gidip, kurbanlık koyun gibi kafayı makinaya uzatan zahmetsiz bir müşteri profiliyim.Dolayısıyla, ailemin yanına gittiğimde de eve en yakın berberi tercih ediyorum. Bu tercih te beni semtin en büyük camisinin altındaki döner sermaye berber dükkanına götürüyor. Zaten hayat boyu camiye de başka türlü gitmişliğim de yok...
Dükkanı işleten adam hemşehrim ayrıca dükkan hijyenik diyeceğim ama benim gibi bir adam için, bu argümanlar bile toplayamayacak karizmayı.
Uzun lafın kısası, geçen gidişimde tarafı olduğum bir diyalogtur bu yazıyı yazmamın sebebi.
Berberim; 20 li yaşlarda, tabiki saçları jöleyle dikleştirilmiş ve tabi ki zayıfcana bir kardeşimiz.

-Abi, yanlış anlamazsan sana bir söyleyeceğim
-Buyrun
-Ama inanmazsın.
-Buyrun neden inanmayayım.
-Abi seni geçen gün rüyamda gördüm.
-Hayırdır
-Abi ama iyi görmedim...
-Merak ettim yahu neymiş!
-Abi,rüyamda dükkana geliyordun bizi ziyarete ama elinde bir kutu, kutunun içinde de viskiler vardı.
-EEE?
-E abi bizim dükkanda kimse içki içmez ki...eki eki...
-Rüyaların tersi çıkar...

Bana Bahçelievler'in ortasında Fleet Street ambiansı yaşatan bu diyalog sebebiyle, baytar işi de olsa, berber konusunda seçici davranmam gerektiğini anladım. Berber dediğin futbol konuşur, memleketi kurtarır. Bu konuşmayı yaparken benim nasıl biri olduğumu gayet de iyi biliyor bu arkadaş. Görüntü jilet gibi, kafa hinlik peşinde...

Konunun geçtiği mekana istinaden kaderci bir yaklaşımla, Allah kimseyi cahil insanlar ile terbiye etmesin diyor yazımı noktalıyorum...

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Yazınca Bir Şey Değişiyor mu ki....



* Kupa finalinde bir Trabzon'a kaybetmediğimiz kalmıştı o da oldu. Darısı Ankaragücü ve Bursa ya diyor, artık bu hususta umudumu kaybettiğimi ilan ediyorum. Başka ilan edeceğim şeyler de var, bakmayın siz bazılarının "kupa önemli değil, önemli olan şampiyonluk" kolpalarına. Kupayı kaybetmek Fenerbahçe taraftarının içine kötü oturmuştur. Ve evet, itiraf ediyorum...kupa mı lig mi diye sorsalar kupayı seçerdim.

* Geçen sene kupa finalini kaybettiğimiz gün doğumgünümdü. Televizyonu kapatıp, kulaklıklarımla yatağa girmiştim. 30. yaşıma girdiğim o gün, bir şişe Becherovka (Candır!) ve Beşiktaş'lıların korna sesleriyle geçti gitti. Bu sene tarzı değiştirelim dedik, viskiye bağladık..ama sonuç değişmedi. Bazı dini bütün arkadaşlarımın "ulan içki içiyorsun, ondandır zındık !" dediğini duyar gibiyim. Amma velakin 2005 finalinde askerdim, ayıktım, zihnim açıktı ve beş yemiştik..Dolayısıyla mesele alkol değil, bir dahaki finalde kedi kesmeyi düşünüyorum...çıldırttınız ulan beni...

* .."Dışarıda senin gibiler için özel idman yapıyorlar" şarkısının bendeki yeri ayrıdır...

* Kolpa editör! geçenlerde fark ettim ki hep ben seni bir yerlere çağırıyorum son zamanlarda..ve sen gelmiyorsun. Esas hayırsız olan sen misin yoksa? Acaba bir önceki post ta kendime haksızlık mı ettim? Bu hayatta ne kazandıysan hep ithamlara sessiz kalarak kazandın zaten. Ayrıca şu Tatar Milletinin Viyana Kuşatması sırasında yaptığı manyel hakkında seninle hiç konuşmadık. Konuyu bir irdeleyelim balım...taşları yerine oturtmamda faydalı olabilir.

* Babam öğretmen olduğu için çok iyi bir dilbilgisine sahiptir.Cep telefonları ilk çıktığında kendisine bizzat söyleyemediğim şeyleri mesaj atarak talep ederdim. Mesela aramızda şöyle mesajlaşmalar olurdu - Baba, bugün arabayı yıkatabilir misin acaba? - Tamam! Yıkatırım! Tabi insan böyle bol ünlemli bir mesaj aldığı zaman acaba pederi kızdırdık mı diye üzülüyor. Bunun gibi bir kaç mesajlaşmadan sonra kendisine sinirlenip sinirlenmediğini sordum. Gayet şaşkın bir şekilde Hayır! dedi. Sorumun sebebini anlattığım zaman, ünlem işaretinin kullanım yerleri ve sadece kızgınlık ifadesi olmadığına dair bir nutuk çekmişti. Velhasıl-kelam ünlem işaretinin kullanımı hassas bir husustur. Son zamanlarda sıklıkla mesajlaştığım bir insanda ota boka ünlem koyuyor. Kızıyor mu yoksa babamın kafasında mı çözemedim...çözersem yazarım....

* Son zamanlarda bütün dizilerde ve filmlerde Kuantum Mekaniğine bir gönderme var. Lost olsun, Flashforward olsun, gene bu blogda !sitayişle! bahsettiğim, Serious Man olsun hepsinde bir kuantum geyiği almış gidiyor. Tabi bunlar anlaması zor meseleler..Yıllardır bu konuda yazılanları okurum ama çoğu anlatılanı idrak edemem. Geçen hafta iş gezisinde tanıştığım, 62 yaşındaki yüksek mühendis Faik Bey i selamlarım. Rakı masasında geçen 3 saat boyunca konuyu öle basite indirgeyerek anlattı ki sanırsın bal badem...Kenarından köşesinden de olsa: CERN deneyinin esasen neden yapıldığı, Schrodinger'in kedisi, Einstein'ın teoremleri hakkında biraz bilgimiz oldu. Tabi diğer masalarda "aşkı ben mi yarattım ulan!" tadında ordinary rakı masası muhabbeti olduğu için, bizim bu konuşmalarımız garsonların da bayağı bir ilgisini çekti. Olsun, bize bir şey öğretenin kırk yıl kölesi oluruz, öğrendiklerimizi de manitalı ortamlarda satarız. Sonra arkamdan ukala demen....

* "Attığın taş ürküttüğün kuşa değecek" Deniz Baykal'ı istifaya götüren hadiseyi net olarak açıklayan işte bu söylemdir. Ah be Deniz'im ! bari Ali Kırca'dan feyz alsaydın...O nedir öyle! "Maymunlar Cehenneminden Kaçış" afedersin....

* 30 yaşını geçmiş bir insan: hala duygusal olarak çok kafasının karışık olduğunu ve ne istediğini bilmediğini söylüyorsa, o şahsı ıslatıp ıslatıp dövmek lazım. Bayan kişilerde olgunluk Benjamin Button tadında bir hadise. Üniversitede daha olgun oluyorlar, yaş ilerledikce nerden tutsan elinde kalacak söylemler. Erkekler adına konuşuyorum: Biz sizin; finaller öncesi, ders notu istemek defter fotokopisi almak bahanesiyle tanışmaya çalıştığımız ama hep terslendiğimiz snob halinizi daha samimi buluyorduk.

* Hadi içimizdekini itiraf edelim: Beşiktaş'lılık bir kıza yakışmıyor!

* Geçen postta yazın gelmesine neden sevindiğimi anlattığın konu başlığına eklemeyi unutmuşum, yazın geldiğine bir de artık Ugg çizme giyilmeyecek diye seviniyorum...

* Vize alabilirsem 10 gün sonra CL Finaline Madrid e gideceğim malumlarınızdır. Döner dönmez içinde 50 tane Madrid fotosu olan, gezdiğim yerleri anlattığım maganda blogger yazısı yazmayı düşünüyorum. Bir de içinde asla kendi fotoğrafım olmayan bir facebook albümü yaptım mı, bu iş tamamdır!

* En kısa zamanda Delikanlının Galaksi Rehberi serime devam edeceğim! Bu aralar bazı yoğunluklar yüzünden çok az yazabiliyorum...şu 10 günü atlatsak önüm açık...Muhtemel şampiyonluğumuz hakkında yazmayı düşünmüyorum. Zira bir mutluluğun arkasından yazı yazmak konsepte ters...bırakın diğerleri sevinsin, biz doğamız gereği gene üzülecek bir şeyler buluruz!

* Görüşmek üzere! :)

8 Mart 2010 Pazartesi

Tali Yol...



* Kıl olmadan geçemeyeceğim. Ne demek "Dünya emekçi kadınlar günü kutlu olsun"!Bütün gün yatan, baba&koca parası yiyen kadınlarımız kutlamasın mı yani bu günü. İşçi bayramı mı bu arkadaş! Sen kafadan ayrımcılık yapıyorsun bu söyleminle, nerede kaldı eşitlik? 3 sene önce hasbelkader Kadıköy'deki kutlamaların içinde bulmuştum kendimi. Tevekkeli hayatımda o kadar çirkin karşı cinsi bir arada görmemiştim. Paspal olmak,yağlı saçla dolaşmak, paçozluğun doruklarında yaşamak mıdır bu işin gereği! Zaten ben bu psikolojileri çözemiyorum, o da ayrı mevzu. İşine gelince kadınlar çiçektir su ister, işine gelince girl power...oldu canım...

* Dün akşam maçtaydım ve hakkını vererek söylüyorum, dondum...Taraftarlığın darbe yediği nokta başarısızlık değilmiş. Eğer bir insan tuttuğu takımın futbolcularından nefret ediyorsa gerçekten sorguluyor o tribündeki varlığını.Koskoca Fenerbahçe'yi Emre Belözoğluna muhtaç edenler utansın. Appiah'ları, Johnson'ları, Nielsen'leri, Tuncay'ları beyhude yere sahada aramakla geçiyor ömrüm. Jay Jay ı özleyeniniz var mı? İşte poker suratlı malum kişi de bu takımdan gittiğinde onun gibi anılacak.ahanda buraya yazıyorum...

* Chat mevzuunda kelimenin son harfinini uzatan (naberrr, iyiyimmm, seviyorummmm... vb) insanlara ne demeli ey dostlar. Sevimli olduklarını mı zannediyorlar acaba. Zamanında bir de "efet" furyası vardı,V.Ö. nün tabiriyle "azalarak bitti" de kurtulduk.

* Ne zamandır yazacağım yazamıyorum. 2 hafta önce Longtable'daydık şekerim... İnsan o tarz mekanlara gittiği zaman bu ülkede para kazanmanın çok kolay olabileceğini anlıyor. Abartı üzerine kurulmuş bir concept, ama içerik boş. Yerse...yiyor valla..Hayatımız Bank Asya 1. Liginde play off mücadelesiyle geçmiş, kendimizi Şampiyonlar Liginde bulunca ister istemez sırıtıyoruz. Zaten doğumgünü ayağına kapının girişinde masa vermişler. Bütün gece giren çıkanın çetelesini tuttuk. Kodamının biri mekana girer girmez bizi personel zannedeyazarak "Merhaba Çocuklar" dedi ya...O saatten sonra gözüm Aysun Kayacı'yı bile görmedi...durumu siz tahmin edin...

* Bir tanıdığına Bağdat Caddesi'nde rastlamakla İstiklal Caddesinde rastlamak arasında ciddi fark var sanırım. İstiklal Caddesinde; sürekli bir yere yetişme telaşı, kalabalıktan sıtkı sıyrılma hali, tacizcisi polisi sarhoşu...Bağdat Caddesi ise tam zıttı. Birinde tanıdık gördüğüne sevinirsin, diğerinde kafayı çevirmeyi bile düşünürsün. Her şeye rağmen biz İstiklal'i daha çok severiz ayrı..İnsan rahat ettiği yerde eğlenir.

* 8 Mart sebebiyle naçizane modern kadın eleştirisi: Hayat bir paylaşım değilse ,neden o kadar kastınız kişisel gelişim ayağına be canlarım.Biten ilişkilerden sonra hep erkeklerin 2yüzlü olduğunu söylersiniz. Bunu herşey başlamadan önce anlamanın yolu, karşı cinsi; kendi arkadaşlarınla, kendi sevdiğin mekanlarla, kendi sevdiğin filmlerle, kendi sevdiğin sosyal ortamlarla test etmek değil midir be iki gözüm. İşi, ilişki seviyesine getirmek neden hep erkeğin organizasyonel yeteneğine bağlıdır ki. İpleri karşı tarafa verirsen, o da istediği gibi rol yapar. Bir insanın gerçek yüzünü hep deplasmanda görmez misin (tatil, yolculuk..). E o zaman nedir bu "ben aramam o arasın", " ben bir yere çağırmam o çağırsın", "Ben mekan seçmem, o seçsin" mantığı. Ayarlayın bunları be kıymetlim...

* Avatar'a Oscar vermeyen Akademi gönlümde 3 puanı almıştır. Gerçi ödül alan filmi seyretmedim ama daha hakkaniyetli bir tercih olduğunu tahmin ediyorum.

* Eğer bu forumu takip eden yaklaşık 15 (yazıyla onbeş) kişiden biriyseniz uzun zamandır bu pasif ofsayt mevzuuna ne kadar takmış olduğumu bilirsiniz . Ahanda bakın iş dönüp dolaşıp gene oraya kilitlendi. Tekrar ediyorum, bu kuralı TR'de kimse tam olarak bilmiyor..herkes kafasına göre sallıyor. Konuyu Fenerbahçe üzerinden tartışmak fanatikliktir. Ayrıca bana özelden bir şeyler ispatlamaya çalışan, rakip takım taraftarı olan, değerli dostlarım. Burası bir fikir platformudur. Beşiktaş veya diğer takımlar hakkında fikirimi ifade etmeye de hakkım var. Hiçbirinize düşünceleri yüzünden saldırmadım veya bir şey ispatlamaya çalışmadım. Hayatım boyunca hep saldırılara cevap veren oldum. Varsa konuşacak bir fikriniz buyrun siz de yazın...Mevlana değiliz ama bizim de dergahımız herkese açıktır. Öyle özelden rüzgar yapmakla, yazıların altına isimsiz yorumlar yazmakla, olmuyor bu işler canparelerim. Hayatta en acı olan, başkasının fikirleri üzerinden kendini konumlandırmak olsa gerek...Bu blog, her ne kadar sadece ben yazsam da, kişisel bir blog değildir. Katılın değiştirelim...

* Türk Milletinin, kendi kafasınca, ezildiğini düşündüğü halklara olan sempatisini bir yere kadar kabul edebiliyorum. Mesela kendi kafamıza göre Katalanların ezilmiş bir ırk olduğunu düşünüyoruz, İrlanda'nın İskoçya'nın sömürge çaresizliğine isyan ediyoruz. Halbuse batı medeniyetinin temelinde sömürgecilik, ırkçılık yatar. Bugün Avrupa'daki güç dengesidir aslında bazı ırkları mağdur gösteren. Eğer kendimize yakın hissettiğimiz bu toplumlar muktedir olsalardı, ağababalarından farklı mı davranırdı bize. Koyu katolik bir İrlanda'lıdan müslümana sempati ile bakmasını beklemek gaflettir. Bugün hiçbir batı medeniyeti; din, dil, ırk ayırd etmeksizin insanların bir arada yaşayabildiği Osmanlı gibi,Pers İmparatorluğu gibi devletler kuramamıştır.Kuramaz da...Batı Medeniyetinde mağdur yoktur, emparyalizim için yeteri kadar gücü olmayan vardır. Ben batı medeniyetinde ırkçıyım diyeni daha çok severim, en azından ruhunda olanın gerektirdiği gibi davranır. Ayrıca Katalanya İspanya'nın en zengin bölgesidir. Neye eziliyorsunuz siboplar!...Hala Madrid! zaten lider de olduk...

*görüşürüzzzzzz, kendinize iyi bakınnnnnnnn....

10 Şubat 2010 Çarşamba

Delikanlının Galaksi Rehberi#3

Ey oğul,

* Unutma ki, tanımadığın yeni bir ortama girdiğinde, daha ortada fol yok yumurta yokken, sana en fazla yakınlık gösteren, kanka muhabbeti çeken laubali kişilikler ilk fırsatta arkandan dolaşıp 2 puan alacak yavşaklardır. Delikanlı adam, ortama yeni birisi girdiğinde mesafeli durur, pozisyon alır, ölçer biçer, uygun görürse iletişim kurar. Bu tarz bir ortama girdiğinde sana en mesefeli duran adam, en büyük kanka adayındır...

* Eğer bir ortamda, her hafta, "rakı balık yapalım" "bir akşam rakı içmeye gidelim" tarzı muhabbetler mütemadiyen yapılıyor ve sonuç olarak her akşam kös kös eve dönülüyorsa, bil ki o cenapta ortam bilen, kadirşinas adam yoktur. Alemci adamın içki aksiyonu spontene gelişir...bu tarz adamların "rakı" kelimesinin içini boşaltmasına izin verme. Gerekirse "akşam masa kuruyorum, beklerim" de...kalan sağlar senindir

* Klasik olduğu üzere " Ben kızlarla anlaşamıyorum, hepsi çok kıskanç. En yakın arkadaşlarım hep erkek" diyen kızlara kötü duygular besle. İcabında hepsiyle "rakı-balık" yap.

* İş hayatındaki er kişileri 2 ana başlıkta irdeleyebilirsin. Elbiselerini akşamdan hazırlayanlar ve sabah spontene " elime ne geçerse giyerim ağa" cılar. ilk kategori tehlikelidir. İş çıkışları kısa bir akşam yemeği ve kariyer üzerine ciddi konuşmalar için idealdir. Sırrını açık etmeye gelmez. İkinci kısım candır canandır...alakasız gömlek-kravat kombinasyonlarında bire birdir...bazı sabahlar çorapları bile farklı giyebilir. Genelde akşamcıdır, eğlenmeyi iyi bilir..Sırrını saklar, ama o kişiyle yaşadıkların havanda su dövmektir. Kariyere zerre faydası olmaz...birinci tip adamlarla yükselirsin, ikinci tip adamlarla sevilirsin...

* Delikanlı adam sigortacı görünce tepki koyar....Bunlar, insanoğlunun zaaflarına hitap eden meslek kollarıdır.Satış temsilcisi güzel bir bayan ise konu uzatılabilir, aksi takdirde kapı gösterilmelidir.

* Ne demek ben kızlarla anlaşamıyorum! Erkek adam "ben erkeklerle anlaşamıyorum, bütün arkadaşlarım kız" derse, arkasından ipne derler. Peki aynısını söyleyen kıza ne derler??...adamı konuşturmayın...

Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur...

10 Ocak 2010 Pazar

Avatar Şeysi..

Askerden döndüğüm gün, aileme merhaba dememe müteakip, yeni vizyona giren Star Wars'a gitmiştim. Artık düşünün ne kadar fanatik olduğumu...

Bana göre Star Wars serisi dünya tarihinin en iyi kurgusuna sahip filmleridir. G. Lucas ilk filmi çektiğinde, o zamanki şartlara göre şahaser olarak değerlendirilmiş bir esere imza atmıştır. İnsanlar, filmdeki görsel efektlere inanamamış, filmi yüzyılın teknoloji harikası olarak değerlendirmiştir.

Fakat G. Lucas'ın kafasındaki, her aşaması planlanmış bir şahaserdi. Bugün, insanlar o seriyi izlediğinde, akıllarına en son gelen muazzam teknolojisidir.

2 hafta önce Avatar filmine gittim. Farklı olmaya çalışarak prim yapmak anlamsız. Gerçekten görsel olarak çok etkileyici bir filmdi. Fakat kabul etmek gerekir ki, insanları esas etkileyen şey, konusundan ziyade filmin görselliği.

Bundan sonra birçok filmde aynı teknolojinin kullanılacağını varsayarsak, 15 sene sonra bu film aynı oranda insanları etkileyebilecek mi?

Ben sinemadan herkes gibi büyülenmişcesine çıktım, ama Avatar'ın gayet klişe bir konusu olduğunu inkar etmek abesle iştigaldir (Hayatım boyunca ilk defa, bir sinema filmi konusunda H.Uluç ile aynı fikirdeyim)

Avatar, konu ve kurgu olarak asla bir Star Wars değil ( Hatta konu bütünlüğü olarak LOR bile daha ileride diyeceğim küfür edeceksiniz). Ama artık değişik işler yapmanın prim yaptığı endüstride hakkında konuşulanları da hak etmiyor değil.

"gözlükleri eve götürmeye izin verselerdi böyle yazmazdın lan çakal" diyenleri kınıyor, bir dahaki yazımda "Nefes" filmine bok atacağımı şimdiden bildiriyorum...

sinema sinemada izlenir efem...

Syg

20 Aralık 2009 Pazar

Şimdi de Gece Turu


Uzun zamandır ilk defa Taksim ortamlarına eğlenmeye çıktığım ön bilgisini vererekten konuya giriş yapmam da faide var.

30 yaşında "Ay şimdiki gençleri anlamıyorum!" tripleriyle etrafta dolaşan erkenler gibi olmamaktır bütün çabam. "Ya biz yaşlanmışız, artık kafam kaldırmıyor" tarzı laflar edip de, alttan alttan karşı tarafa ben oldum mesajı vermeye çalışan yeni yetmelerden haz etmem.

Eğlenmeyi severim, sevdiğim bir ortam varsa kafam müzikten şişmez. İnsanların eğlendiğini görmek de beni rahatlatır.
Esas konu insanın sosyal statüsü arttıkça daha fazla seçici olmasıdır. Bu normaldir. Misal ben artık, bir dönemler abonesi olduğum, Caravan Rock Bara gidip eğlenemem.(arkadaş düşünüyorum da, bildiğin idrar kokardı orası be).

Uzun lafın kısası, bu hafta benim "eller havaya rock barı" dediğim meşhur Taksim mekanlarından bir tanesindeydim.

Şahsım hakkında bu pre-bilgileri verdikten sonra, adetim olduğu üzere, maddeler halinde düşüncelerimi özetleyeyim efem:

* Kriz mekanları da vurmuş. Giriş ücretleri 2 sene öncesinin aynısı, hatta daha düşük. İçki fiyatlarında bir oynama yok. Bunu görünce neden her taraf pıtrak gibi makarna&salata cafe doldu diye şaşırmıyorsun. 8 Liraya bira sat, üstüne bir de canlı grup çıkar. Polisiyle sarhoşuyla uğraş. Bekle ki insanlar bir şeyler içsin de para kazan. Öteki tarafta adam makarnanın üzerine iki permasan atsın hesaba 25 lirayı sıkıştırsın.

* 10 yılı aşkın bilfiil geceleri dışarı çıkarım. Taksimde ki mekanlardan yola çıkarak aynı yorumu genele de yayabilirim. Hala; aynı gruplar, aynı şarkılar, aynı yöntemler. Zerre bir ilerleme yok, herkes bıraktığın yerde. Düşünün, dünyanın en kötü 2. grubu olan "Direnen Mızıkacılar" bile hala sağda solda sahne alabiliyor. Universite yıllarımızın efsane grubu Suitcase bile aynı playlistle işi götürmeye çalışıyor. Televole ağzıyla söylemek gerekirse "Olmuyor beyler,olmuyor!" Sonra KeCe 25 Tl giriş parası verip mekanlara gitsin.Aynı parayı makarnaya veririm daha iyi, en azından arkamdan trende uydu derler!

* Gece ile ilgili en güzel ayrıntı Dumansız Hava Sahası idi. Allah tekrar bu yasağı koyanlardan razı olsun. Gözlerimizin yandığı, üstümüz başımızın leş gibi koktuğu, eve gidince gömleklerimizin delindiğini gördüğümüz bu mekanlarda artık sadece mis gibi bira kokusu soluyorsun. Ayrıca mekan dışına çıkıldığında gençlerimizin smirting akımına kendilerini kaptırdığını görüyorsun. Neymiş mekanlara giden insan sayısı azalacakmış!. Mekanı bildiğimden yola çıkarak, daha bile kalabalıklaştığını söyleyebilirim.

* Eşitlik, insan hakları, demokrasi teraneleriyle kafa şişirdiğim malumdur. Bir kez daha içimde bastırmaya çalıştığım homofobikliğimi açığa çıkarmak durumdayım. Bu bünye gay şarkıcıları zor hazmetti ( zira gittiğimiz mekandaki grubun solistinin halihazırda öyle olduğunu biliyorum). Fakat bütün gece; vücudlarını teşhir eden, abuk subuk isterik danslar icra eden, yanlışlıkla gözün takılsa kaş göz yapan gudubet eşcinsellerle aynı ortamda bulunmak istemiyorum. Ve evet, eşcinsellerden rahatsız oluyorum! Her gittiğim yerde populasyonlarını arttırarak mekanı domine etmeye çalışmaları beni irrite ediyor. Oray Eğin, Onur Baştürk gibi bayraklı tekerleklerin " Eşcinsellerin gittiği yer kalitelidir, eşcinseller çok eğlenir etraflarını da eğlendirir" felsefesini yıllarca pompalaması sonu geldik bu hallere. Tabi kız milletinin, sırf erkeklere terslik olsun diye gay savunuculuğu yapması, onları evin kedisi gibi görmesi de etkendir buna.Eşcinseller hakkında saydırmaya hazırlanırken, daha giriş cümlesinde "Aaaa öyle deme, benim çok gay arkadaşım var ve hepsini çok sever, çok iyi anlaşırım" tarzı kontra bir cevabı yiyen erkeklerin "ulan üzerine gitmiyim de, kız beni öküz sanmasın" mantığıdır bizi buralara getiren. Yani kısacası,Hepimiz suçluyuz efendiler!

* Çok gay arkadaşı varmışmış...Götür bir tanesini babanla tanıştır o zaman...!

* Taksimde eğlenmenin en güzel tarafının çıkıştaki Kızılkayalar faslı olduğunu bir kez daha anladım.Vücudunun bir yanı üşürken, bir yanının da döner kalıbının sıcaklıyla sıcacık olduğu an, ıslak hamburgere attığın ısırıktır mutluluk Abidin!.(Yazar burada homofobik olmakla beraber edebi yazılar da yazabildiğini gösterip konuyu toparlamaya çalışıyor aka kızlar beni öküz sanmasın)

* Başka bir gece gezmesinde tekrar buluşmak dileğiyle deyip, aranızdan ayrılıyorum arkadaşlarım.


Meraklısı için not: Dünyanın en kötü grubu Deniz Kızı'dır. Onlar hala bir yerde çıkıyor mu bilmiyorum

1 Aralık 2009 Salı

Delikanlının Galaksi Rehberi#2


Ey oğul,

* Unutma, bu hayatta her yere geç kalmayı adet edinmek psikolojik bozukluğa işaret eder. Birisini sorumsuzca bekletmek, hayasızlık örneğidir. " Arkadaş toplantılarına assolist edasıyla geç gideyim zira erken gidip gelenleri beklemek ezikliktir" mantığı güden zavallılığa haiz olma. Delikanlı adam; mekana önce gider, kıçına yer eder, gelen gideni keser. Bir ortama geç gittiğin zaman bütün bakışların kendisine çevrilmesinden hoşlanmaz,ders almaz ders verir.


* Rakıyı sek içerim diyen insanla içki masasına oturma. Herşeyin bir adabı olduğu gibi, eşyanın tabiatı da göz önüne alınırsa, rakı sek içilmez. Rakıyı sek içmek, şarabı sulandırıp içmeye tekabül eder. Rakı soğuk suyla içilir. Ehlikeyf gibi aparatlar işin şov kısmıdır ve mümkün mertebe uzak durulması caizdir. İçimi kolay diyerekten yeşil efe, kara ağa vs tarzı gliserin manyağı rakıları tüketmek bu kültüre yapılmış saygısızlıktır. Rakı dediğin Yeni Rakı, bilemedin Tekirdağ Rakısı dır.

* En az 1 Nazım Hikmet Şiirini ezbere bil.Sağa sola "bunalımdayım, çok moralim bozuk, depresifim" diye atıp tutmadan bir Kafka kitabı okumuş ol. Yok ben hayata neşeli yerinden bakmak istiyorum diyorsan "Saatleri Ayarlama Enstitüsü" nü hatim et. Bu hayatı anlamak için kapasiteyi zorlamak gereksiz. Bu adamlar zamanında düşünmüş, yazmış. Bukowski'yi oku, saygı duy, hayran ol..ama onun felsefesini sağda solda savunma! hayatın Fatih Erkek Yurdu kıvamına gelir..dikkat!!

* İlk tanıştığın kız sana "Çok yaşanmışlıklarım var, beni çok kırdılar, çok yıprandım, kimseye güvenemiyorum" tarzı laflar ediyorsa, o kişiden arkana bakmadan uzaklaş.Kız milleti kendi derdini büyütüp senin sırtına yuklemeye bayılır. Ortada da bir şey yoktur aslında...Kaostan beslenen, seni kendi kafasınca baskı altına almaya çalışan hatun kişilere bıyık altından gül. Senin derdin sana yeter, elalemin sapının kendine göre haklı sebeplerle yaptığı hareketlerin senin üzerine yüklenmesine izin verme. Sen rehabilitasyon merkezi değilsin!

* Disko bar ortamlarında 3 arkadaş bir araya gelince futbol tezahuratı yapmaya kalkma. Bil ki; nerde içki içince tezahuratla sapıtan adam vardır, çekirdekçinin önde gidenidir. Bu adamlar tribünde susar, ortamı görünce coşar. Tezahurat tribünde olur, sosyal hayatta rakip taraftara saygı gösterdiğin sürece adamsındır. Hiçbir fanatik arkadaşını mağlubiyetlerden sonra arayıp kendi aklınca dalga geçme. Bu mağlubiyetlerinden sonra dalga geçme tribi, looser 40+ tribidir.

*Henüz 30 yaşlarının başında olmasına rağmen, yeni nesil hakkında " şimdiki gençler söyle, bunlar internet çocuğu, ay bu çocukları anlamıyorum" geyiği yapan düdüklerin, 90 lı yılların başında kafada bandana modasının yılmaz bir temsilcisi olduğunu unutma! ve hepsiyle muhabbeti kes. Lafı gelmişken söyleyeyim, sene 2009 ve hala bandana takanlar var...yorum senin...

* Siyasi görüşün ne? sorusuna "Atatürk'çüyüm, "dini inancın var mı" sorusuna "allaha inanıyorum ama din kavramına inanmıyorum" tarzı cevaplar veren ezberci ve taklitçi zihniyetten uzak dur. Unutma; kendini ve çevreni, bu feleğin çarkına çomak sokabilen insanlarla geliştirebilirsin. İsyan etmediğin sürece koyunsundur. taraf olmayan bertaraf olur!

* Entellektüel insan madagaskar kurbağalarının üreme sistemini bilen adam değildir. Akil adam yaşadığı toplum hakkında yorum yapabilen, ona uyum sağlayan adamdır. Bir yazarın dediği gibi: Afrikalı bir balıkçı için Shakespeare balık tutmayı bilmeyen bir ahmaktır! Bu memleketin sokaklarında yürüyorsan, bu toplumla nefes alıyorsan bazı şeylerden bihaber olmak senin ilgisiz ve cahilliğindir. Hence; "Fenerbahçe renkleri sarı kırmızı olan mıydı" sorusunu sorup " ben futbolla ilgilenmem ki ne bileyim" le üste çıkmaya çalışan, "Ali babacan kim ki? ben politikayla ilgilenmem" şeklinde densizlenen, "Neşet Ertaş' ı tanımıyorum" diye cahillenen kesim, isterse jazz dinlesin, müzikallerden operalara koşsun, kısaca cahildir! ve bu adamlardan vatana millete hayır gelmez...Dikkat..

* Önyargı kötüdür, klasik müziği sevmiyorum demeden önce bir kere Bach dinle.

muhtaç olduğu kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.

10 Kasım 2009 Salı

Delikanlının Galaksi Rehberi #1


Ey oğul,

• İki elin kanda da olsa mangal yakmayı öğren. Bir gün kesinlikle ihtiyacın olacaktır. Mangal olayı bir erkeğin toplum tarafından sınandığı vakalardan biridir. Unutma gazla, çırayla herkes mangal yakar. Önemli olan mevzuyu tamamen doğal yollarla tutuşturabilmektir. Bu kutsal görevi devraldığın an, Mcgyver edasıyla, çalı çırpı bulmak adına explorer turlara çık. Mümkün mertebe az kağıt kullan, ilk başta sonuç verse de ertesi gün evin temizliği yapılırken arkandan çok küfür yersin. Altın kuralı unutma: kasa her zaman kazanır. Mangal kozunla hem prim yapar, hem de nihayetinde en fazla eti yersin.

• Arkadaşlarınla gittiğin tatillerde, sabah asla en son uyanan sen olma. Unutma, erken kalkan gün için planı-programı yapmaya muktedirdir. Geç kalkan ise uyku mahmurluğunu atmadan kendini hiç istemediği bir organizasyonun içinde bulur. Bu alemin değişmeyen yegane gerçeklerinden bir tanesi de, en kral dedikodunun sabah saatlerinde yapıldığıdır. Erken kalkarsan bilezik gibi arkadan geçirirsin, gece kalırsan tatilin her günü senin için kabul günü olur.

• Unutma, moda dünyası kadın giyiminde doyuma ulaştığı için yeni pazar olarak erkek milletini hedef almaktadır. Kendine bakan erkek, metroseksüel erkek gibi tanımlar hep bu amaca hizmet etmektedir. Uzun &çiçekli şortlar, parmak arası terlikler giyerek bu kumpasa gelme. Erkekleri efemineleştirme savaşında tarafını belirle. Bu kartelin sana dünya starı diye sunduğu Beckham,Ronaldo gibi oğlantı topçulara itibar etme.

• Delikanlı adam barda diskoda elini omuz hizasından yukarı kaldırarak dans etmez. Eller havaya tarzı danslar yapan erkeklerle selamını kes. Vestiyer konusunda cimrilik yapma. Hiçbir vestiyer ücreti, senin mekânda montlarını bir yere sıkıştırmaya çalışırken ki stresine değmez.

• Ortamına göre içki içmeyi bil. İtalyan restoranında rakı, kebapçıda şarap içmeye kalkma. İçki âleminde ortama uy. Masanın tercihine itibar et. Her organizasyonun kamberi olan, ama bütün masanın alkolün dibine vurduğu anda bile “ben alkol kullanmıyorum” diyip kola içen insanlara mesafeli yaklaş. Mümkünse herkesle beraber sarhoş ol, masada alkol içmeyen varsa dengeli git. Ortamın şebeği olma…

• İlk buluşmada yemeğinin tamamını bitirmeyen , cep telefonunu masanın üzerine koyan kızlar candır canandır. Fakat, daha bismillah bile demeden, çantadan çıkarılan telefonlarla WC ye gidilirse, kafa hala bir yerde demektir. Bu hareketleri sineye çekmeniz ilerde size “ böyle bir ilişkiye hazır olup olmadığımı bilmiyorum berke” tarzı kolpalarla geri döner. Bununla beraber boynunu geriye atıp , poposunu kameraya dönmek suretiyle fotoğraf çektiren kızlardan cacık olmayacağını bil. Hele bir de, bu fotoları çektirirken diz yukarı doğru kırılıyorsa…..

• Hangi takımı tutarsan tut, rakip takımın güzel tezahüratlarının hakkını ver. Ben “Nevizade Gecelerini, Yağmurlu Bir Günde Görmüştüm Seni” tezahüratlarını beğenmiyorum diyip ortamda pirim yapmaya kalkma. Tribüncü adam delikanlı adamdır, zarar gelmez….emeğe saygılı ol….

• İnsanlara 3 şeyin muhabbetini yapma: iş yerindeki problemler, evdeki kedin ve sevgilinle yaşadıkların. Bunları ballandıra ballandıra anlatmak hoşuna gider, fakat karşı tarafın bütün “can kulağı ile dinliyorum” edasına rağmen sıkılacağını unutma. Kızların olduğu bir ortamda sakın askerlik anılarını anlatma. Konuyu mümkün mertebe kendi ekseninden uzaklaştır. Seninle futbol muhabbeti yapmaya çalışan kızlarla yüzeysel konuş, bu konuda ileride kullanacakları bir cephe açmalarına izin verme.

Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.

4 Kasım 2009 Çarşamba

Milgram Experiment

İş hayatında tam anlamıyla dürüst olmak ne kadar mümkün? Amirlerin talepleri doğrultusunda, hiç inanmadığınız bir şeyi kaç defa yapmak zorunda kaldınız?

Çoğumuz iş hayatının içindeyiz. Özellikle benim gibi satış sektörü gibi acımasız bir yerinden tırmalıyorsanız benzer sıkıntıları yaşıyorsunuzdur.

Peki bu yaptıklarımız için kendimizi ne kadar suçlamalıyız. İnsan yüksek baskı ve motivasyonla yönetildiğinde, hiç tasvip etmediği şeyleri dahi düşünmeden yapabilir mi?

İşte bu konuyu bizden çok önceleri Stanley Milgram adlı bilim adamı (psikolog) ağabeyimiz düşünmüş. Düşünmesine sebep o zamanki Nazi savaş suçlularının bütün o vahşeti emir altında işlemek zorunda kaldıklarını ve suçsuz olduklarını iddia etmeleriymiş.

Bakınız Wikipedia ‘da bu deneyin konusu nasıl açıklanıyor:

Milgram deneyi, insanların erk (otorite) sahibi bir kişi veya kurumun isteklerine, kendi vicdani değerleriyle çelişmesine rağmen itaat etmeye ne ölçüde istekli olduklarını ölçme amacını güden bir deneyler dizisinin genel adıdır.

Bu sıkıcı tariften sonra konuya giriş yapalım:

Sene 1961, esas oğlan Milgram aşağıdaki ilanla deneyi için gönüllü arıyor


Deneyin nasıl gerçekleştirildiği aşağıdaki gibi anlatılıyor:

Yale'deki çalışma için denekler gazete ilanları ve posta yoluyla bulundu. Deneyler üniversitenin eski yerleşkesinde, Linsly-Chittenden binasının bodrumundaki iki odada gerçekleştirildi. Deneyin tanıtımında deneyin bir saat sürdüğü ve katılanlara deneyi tamamlamasalar bile 4,50$ ödeneceği bildirildi. Katılımcılar 20 ve 50 yaşları arasında, ilkokul terklerden doktora mezunlarına kadar her türlü öğretim geçmişine sahip erkeklerden oluşuyordu.

Deney gözlemcisi rolünü bir teknisyen önlüğü giyen sert, hissiz görünümlü bir biyoloji öğretmeni oynuyordu. Kurban rolünü de bu rol için eğitilmiş, İrlandalı-Amerikan bir muhasebeci üstlenmişti. Kurban ile deney gözlemcisi aslında işbirlikçi olmalarına karşın bu gerçek katılımcıdan gizleniyor ve kurban, katılımcıya kendisi gibi gönüllü olarak katılmış başka bir denek olarak tanıtılıyordu, dolayısıyla katılımcının gözünde deney, deney gözlemcisi ve iki denekten oluşuyordu. Deney gözlemcisi, iki deneğe "öğrenmede cezanın etkisi" hakkında bir deneye katıldıklarını, birisinin "öğretmen" diğerinin de "öğrenci" rolünü üstlenecekleri bilgisini veriyordu.

Sonra, iki deneğe birer yaprak kâğıt veriliyordu. Katılımcının, bu kâğıtlardan birinde "öğretmen" ve diğerinde de "öğrenci" yazdığına ve kâğıtların rastgele verildiğine inanması sağlanıyordu. Gerçekte ise her iki kâğıtta da "öğretmen" yazıyordu ve işbirlikçi denek kendi kağıdında "öğrenci" yazıyormuş gibi rol yapıyordu; böylece katılımcının hep "öğretmen" olması sağlanıyordu. Bu noktada "öğretmen" ve "öğrenci" birbirini duyabilecek ancak göremeyecek şekilde ayrı odalara alınıyordu. Deneyin sürümlerinden biri, işbirlikçi deneğin gerçek deneğe bir kalp rahatsızlığı olduğunu söylemesi gibi ek bir özellik taşıyordu.
Deneyden önce "öğretmen"e 45 voltluk bir elektrik şoku uygulanarak "öğrenci"ye uygulayacağını sandığı şokun neye benzediği hakkında bir fikir verilmiş oluyordu. "Öğretmen"e daha sonra "öğrenci"ye öğretmesi amacıyla sözcük çiftlerinden oluşan bir liste veriliyor, öğretmen de bu listeyi önce öğrenciye bir kere okuyarak işe başlıyordu. Ardından öğretmen listeyi oluşturan sözcük çiftlerinin ilk sözcüklerini teker teker okuyor, okuduğu her sözcük için öğrenciye dört adet seçenek sunuyor, öğrenci de bu seçenekler arasından doğru olduğunu düşündüğü cevabı bildirmek için bir cevap düğmesine basıyordu. Verdiği cevap yanlış ise, her yanlış cevap sonucu giderek artan elektrik şoklarına maruz kalıyordu. Cevap doğru ise öğretmen sonraki sözcük çiftine geçiyordu.

Denekler, öğrencinin verdiği her yanlış yanıta karşılık onun gerçek şoklara maruz kaldığını sanıyorlardı. Gerçekte ise şok uygulanmıyordu. İşbirlikçi denek gerçek denekten ayrıldığı zaman, geçtiği odada eloktroşok makinesine bütünleştirilmiş bir ses kayıt cihazını çalıştırıyordu, bu cihaz da her şok seviyesine karşılık önceden kaydedilmiş bir çığlık sesini çalıyordu. Voltajın birkaç defa artırılmasından sonra aktör, kendisini yan odadaki denekten ayıran duvarı yumruklamaya başlıyordu. Birkaç defa yumrukladıktan ve kalp rahatsızlığını hatırlattıktan sonra ise artık sorulara cevap vermemeye ve şikayette bulunmamaya başlıyordu.

Bu noktada pek çok denek, öğrencinin ne halde olduğunu öğrenmek için deneyi durdurmak istediklerini ifade ediyordu. Kimi denekler 135 voltta durup deneyin amacını sorgulamaya başlıyordu. Bunların çoğu sonuçlardan sorumlu tutulmayacaklarına dair güvence aldıktan sonra devam ediyordu. Birkaç denek, öğrenciden gelen acı dolu çığlıkları duyduklarında sinirli biçimde gülmeye başlıyor veya aşırı stres içinde olduklarını gösteren başka davranışlarda bulunuyordu.

Denek herhangi bir noktada deneyi durdurma isteğini ifade ettiği zaman kendisine aşağıdaki sırayı takip eden sözlü uyarılarda bulunuluyordu:



1)Lütfen devam edin.
2)Deney için devam etmeniz gerekiyor.
3)Devam etmeniz kesinlikle çok önemli.
4)Başka seçeneğiniz yok, devam etmek "zorundasınız".



Denek bu dört uyarıdan sonra bile hala durmak istediğini ifade ederse deney durduruluyordu. Tersi durumda ise deney ancak denek en yüksek şok olan 450 voltu 3 kere ard arda uyguladıktan sonra durduruluyordu.

Deneyin şematik gösterimi :


Deneyin sonuçları ise aşağıdaki gibi idi:

Milgram, deney gerçekleştirilmeden önce Yale üniversitesinin 14 psikoloji yüksek lisans öğrencisiyle sonuçların ne olacağına yönelik bir anket yaptı. Katılımcıların tümü, sadece birkaç sadist eğilimli deneğin (%1,2) en yüksek voltajı uygulayacağını düşünüyordu. Milgram ayrıca meslektaşları arasında da sözlü bir anket yaparak onların da sadece birkaç deneğin çok kuvvetli şok uygulayacağını düşündüklerini gördü.

Milgram'ın ilk deney dizisinde öndeneklerin %65'inin (40 denekten 26'sının) deneydeki en yüksek gerilim olan 450 voltu, her ne kadar epey huzursuzluk hissetmiş olsalar da, uyguladıkları görüldü. Hepsi deneyin bir noktasında durup deneyi sorgulamış, hatta bazıları kendilerine ödenen parayı geri vereceklerini söylemişlerdi. Katılımcılardan hiçbiri 300 volt seviyesinden önce şok uygulamaktan tereddütsüzce vazgeçmedi. Deneyin çeşitlemeleri daha sonra Milgram'ın kendisi tarafından ve dünya genelinde farklı psikologlarca gerçekleştirildi; sonuçlar birbirine yakındı. Bu çeşitlemelerle deneyin özgün sonuçlarının onaylanmasına ek olarak deney düzeneğindeki değişkenlerin etkileri de ölçülmüş oldu.


Milgram ulaştığı sonuçları açıklayan iki ana kuram geliştirdi.
a)Karar verme konusunda, özellikle bir kriz ortamında karar verme konusunda hiçbir deneyimi veya yeteneği olmayan bir denek, kararı gruba ve gruptaki hiyerarşiye bırakır. Grup bir davranışsal model oluşturur.

b)İkincisi ise Araçlaşma Kuramı'dır. Milgram'a göre, "itaatin özü, bir insanın kendisini başka bir insanın isteklerini gerçekleştiren bir araç olarak görmesi, böylece kendi davranışlarından kendisini sorumlu hissetmemesidir. Kişinin bakış açısındaki bu kritik kayma gerçekleştiği zaman, itaatin tüm öznitelikleri bunu izler. Bu temel olarak askersel açıdan otoriteye saygının temelidir; askerler üstlerinin emirlerini ve komutlarını, sorumluluğun subaylarda olduğunu bilerek yerine getirirler.

Buraya kadarlara bir bakarak sevgili dostlarım, Milgram’a göre bu iş hayatı sorgulamaları, vicdan muhasebeleri gereksizdir. Kendinizi bu rüzgara bırakın, ve salla başını al maaşını ana prensibiniz olsun.

Anlaşıldı mı…? O zaman dağılın….

Kaynak: Wikipedia

2 Kasım 2009 Pazartesi

Hakkımda Yapılan Ukalaklılara Cevaben...

İlk olarak çok gezenti bir insan değilimdir. Bununla beraber özellikle Orta ve Doğu Avrupa’nın; birbirininden farkı olmayan ve aynı sıkıcılıktaki gri şehirlerini gezelim görelim tadındaki ziyaretler için yeterli bulmuyorum.

Evet ne yazık ki; bir tane boktan katedral ve önünde Facebook luk foto çektirilable şehir meydanı, restoranlarda kötü servis, güzel olduğu efsane gibi anlatılan ama domuz bakışları sebebiyle zat-ı alime anlam ifade etmeyen bayanlar, kötü oteller, leş yemekler vs….. yanına sevdiğim bir şeyi koymadan o kadar para harcamaya değer şeyler değil benim için. Allaha şükür açık hava cafe tribini de ülke olarak bayağı bir sindirdik. Ee geriye ne kaldı….

Bir kere işin içine bir organizasyon katmak kültüre vakıf olmak için birebirdir. Bu festival olur, karnaval olur, konser olur, maç olur…İyi kötü karşılıklı iletişim için güzel bahanelerdir bunlar. Aksi takdirde katılırsın bir tura; ilk gün şehirde sightseeing, akşam “bilmem ne gecesi” adı altında boktan bir yemek ve dans organizasyonu, parası karşılığı sümüğünü atmayacağın mekanlara özel turlar. Seni bir güzel söğüşlerler, ama döndüğünde eşe dosta hava atmak için sabırsızlandığın için çaktırmazsın.

Evet,

Bana “Maç olmasa yurtdışına çıkmayacaksın/tatile gitmeyeceksin, ne kıro adamsın” demek suretiyle laf sokan/aşağılayan değerli arkadaşlarım.

Afrika’ya, Rio Festivaline, Katmandu’ya gitme fırsatımız olsa maçına falan bakmadan gideriz tabi ki. En azından 2 kültür öğrenir, sefil hayatımıza anlam katarız. Ama emin olun oralarda da parçası olacak bir şeyler bulur, hadisenin hakkını veririz.

Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan, eğlence anlayışlarını tam kapitalizmin istediği üzere : “çok para harcayayım, ama bütün sorumluluklarım taca çıksın” mantığı üzerine kuran, hayatta iki kelimeyi bir araya getirecek zekâya sahip olmamasına rağmen hakkımda sosyal analizler yapma cüretini gösteren dostlar,


Merak etmeyin…az kaldı….

28 Eylül 2009 Pazartesi

Sizin Yaptığınızı Çorumlu Yapmaz.


Diyarbakır'lılar bölücü.

Bursa'lılar eşcinsel.

Yozgat'lılar faşist.

Konya'lılar softa.

İzmir'liler gavur.

Tekirdağ'lılar sarhoş.

Kıbrıs'lılar hain...


madem,


Diyarbakırspor'a her gittiği yerde "PKK dışarı" diye bağıranlar da embesil!


KeCe Özdil

13 Ağustos 2009 Perşembe

Gel! Gel! Gel! Biz Varız! Biz Varız!..Biz de Bekarız....



Fecaat uzun bir aradan sonra üfürükten hayat tahlillerine devam ediyor!


Geçenlerde Vatan Gazetesinde bir haber okudum. İngiltere’ de yapılan bir araştırmaya göre kadınlar, esasında bira göbekli ve bakımsız erkekleri seviyormuş. İlk başta kıçım tavana vursa da, haberin devamında aynı kadınların Ronaldo’yu antipatik bulduğunu okumamla, yaptığımın asparagas denizinde beyhude çırpınışlar olduğunu anladım.

Bu haber bir süredir yazmayı düşündüğüm bir konu hakkında bana tetik etkisi yaptı. Gerçi çok alakası yok gibi gelecek ama idare edin…Tembel adamlarız biz, öyle her gün 3-4 yazı yazacak enerjimiz yok..böyle kolpa ilhamlar geldikçe bir şey çıkar bizden ancak.

Bundan 9 sene önce bir taraftar organizasyonunda görevliyken o zamanki Ultraslan Başkanı olan şahsiyetle kendisine ait olan mekânda konuşma fırsatım olmuştu. İçkiler içildikten sonra konu, “Noolucak bu tribünlerin hali” konu başlığı altına ister istemez park etti. O zaman kendisinin bana anlattığı anekdot dün gibi hatırımda. Hala Tribün lideri olan şahsiyet bir tribün toplantısında Sami Yen Tribünlerindeki bayan nüfusundan şikayet etmiş, erkeklerin kızlar yüzünden bağıramadığını anlatmış.
O zamanlar tribünlere çok kız gelmesinden hepimiz şikâyetçiydik, ama durum bugün vaka i adiye halini aldı. Son yıllarda tribünlerde parfüm kokuları duymaya başladık. Hatta Bağdat Caddesinin son trendlerini Saracoğlu’ndan takip eder olduk…
Bunlar iyi midir kötü müdür ayrıca tartışılabilir. Ben tezahurat konusunun kadın taraftarlarla çok alakalı olmadığını düşünenlerdenim. Bu yazıda konuya başka bir açıdan bakacağız...

Evet yazımızın konusu tribünlerdeki kız varlığı…


Tribünlere gelen kız sayısı her geçen gün artıyor. Futbolun büyüsü haliyle onları da etkisi altına alıyor. Bu işin içerisinde olmayan diğer bayan arkadaşları muhtemelen onlara “orada o kadar erkeğin arasında ne işleri olduğuna dair telkinlerde bulunuyordur. Aslında tamamen yanılıyorlar. Günümüz Türkiye’sinde futbol tribünleri bir bayanın, erkek milletini en saf haliyle görebileceği yerdir.

Neden mi?

Gerek dini gerek sosyal yapımız kadınların kendilerine belirli bir savunma mekanizması oluşturmasına sebebiyet veriyor. En kapalı çevreden gelip de en modernine kadar her bir hatun kişi bu baskıdan etkileniyor (alakasız soru: hiç otobüste tek başına oturup ta somurtmayan kız gördünüz mü?). Dikkat edin Türkiye’de en masum ilişkiler bile kandırmaya yönelik ufak yalan dolanlarla başlar. Çünkü bizim yaşam tarzımız ilk tanıştığımız karşı cinse gardımızı almayı gerektirir.

Şimdi hepimizin malumu olduğu üzere, ortama güzel kız girince erkek adamın tavırları değişir. Ben umursamam takmam diyen en babayiğidin bile algıları farklılık gösterir. Aksini iddia eden goygoycudur, adam sendecidir.

Şimdi şunu düşünün sevgili hemcinslerim:
Derbide tribündeyiz..sinirler gerilmiş..maç berabere…futbolcunuz gole gidiyor…yanınızda Adriana Lima olsa umurunuzda olur ? O an başka hiçbir şeyi önemser misin? Hiç maç izlerken tavırlarınız hareketlerinizin neye benzediğini düşündünüz mü?
Ben 2006 yılında Denizli’de, o malum maçın sonunda tribünde etrafıma baktığımda, içinde çok yakın arkadaşlarımın da bulunduğu yüzlerce kişinin salya sümük ağladığına şahit oldum. Siz zannediyor musunuz ki o an yanımızda dünyalar güzeli bir kızın olması bu durumu değiştirirdi?

Uzun lafın kısası, bayanlar tribüne geldiklerinde hayatları boyunca imtina ile yaklaştıkları erkeklerin en saf halini görürler. O karşılarında şekilden şekle giren erkeklerin aslında ne kadar çocuksu veya tam tersi kaba olabileceğini anlarlar. Hayat boyu, direkt olmasa bile “herkesle konuşma, doğru otur doğru kalk, erkelerle çok samimi olma” telkinini bir şekilde yemişlerdir ve tribün, o kadar erkeğin içinde istedikleri gibi davranıp minimum tepki çekecekleri belki de yegâne yerdir.

Tribünde başlayan ilişki açık başlar, düzgün devam eder ve etrafımızda çokça görmeye başladığımız gibi mutlu biter…

Son sözüm şudur ki sevgili *bayanlar…o beğenmediğiniz, kaba bulduğunuz bira göbekli erkeklerin bile ne kadar sevimli olabileceğini tahmin edemezsiniz..o yüzden ben Futbolla bu kadar içli dışlı olan İngiliz Kadınlarının bu şekilde düşünmesini beklerim..ama dedim ya CR7 biraz bozdu bizim hipotezi…

Not: Eklediğim fotodaki hatun kişiler muhtemelen o hareketi Fener’e çekiyorlar! ama olsundur, küfür edecekse böylesi etsin…


*Gene bayan dedim, kız milletinin bu bayan lafına neden uyuz olduğunuz anlayana kadar da demeye devam edeceğimJ

26 Temmuz 2009 Pazar

Neden Kolpasın Fulya?

1-) Öyle ay parçası gibi kız, karizmayı yerlere düşürüp, gidenin arkasından ağlamaz.

2-) Fularlı üstad Hıncal Uluç un dediği gibi "Kadın milleti maymun gibidir, bir dalı tutmadan diğerini bırakmaz". Fulya gibi 10 numara hatun, bu şekilde bir muameleye maruz kalsa bile hemen b planını devreye sokar, koluna takar, bebekte 3-5 tur atar.

3-) O çekim kalitesi dandik fotoğraf makinasının video modu ile yakalanamaz.

4-) Onlar nasıl yeni eşyalar öyle!

5-) Hiç bir futbol takımı kolay kolay taraftara özel futbol topu imzalamaz. Zira bu meşakatli bir iştir. Hazır imzalanmışlar seri üretim olarak satılabilir, fakat onun dışında böyle bir topa sahip olmak için delikanlının adının Mert Özgener olması lazım.

6-) Sen neden Mert'in cinsel fantazileri için sana aldığı elbiseyi satıyorsun arkadaş??? Burada kaybeden kim...?....3. şahıslar bunu duyduğunda Mert'e helal olsun der. "Bu elbiseyi yeni erkek arkadaşım için giyeceğim, sen de çatla" tarzı laflar et bizde anlayalım. Biz bu işin içinden çıkamadık...


7-) Mert'in mevzubahis fotoğrafına baktığımızda, arka planda ortaokul öğrencisi ranzası görüyoruz. İnsan kardeşinin odasında böyle fotoğraflar çektiremeyeceğine göre bu ikinizden birisinin odası mıdır? bu yaşta hala ranzada mı yatıyorsunuz hafız! Yoksa bu da elbiseli fantazilerinizin bir parçası mıdır?

8-) Begüm'ün kıçı büyük anladık, ama sende de göğüs yok o nasıl olacak? Mert belki ete hasret kalmıştır. Hiç olaya bu açıdan bakmayı denedin mi?

7 Temmuz 2009 Salı

Fecaat’tan Dev Hizmet! :Degaje Mevzuu




Saadetler bozulmasın, bilgisayar başında stresten tırnaklar kemirilmesin…
Artık hiçbir şey gizli kalmayacak, çünkü bu kanayan yaraya neşteri vuruyoruz….


Konumuz: gözümüzden sakındığımız zevcelerimizin/bayan arkadaşlarımızın, “semi-üryan” mayolu fotoğraflarını, iletişim ve arkadaşlık sitelerinde neşretmeleri.

Şimdi efendim, bizi karşı cinsten ayıran özelliklerden birisi işimize gelmeyen restleşmelerde takındığımız tavırdır. Erkekler sıkıştığı zaman yavşak bir tavır sergileyip, bütün yelkenleri suya indirirler. Kızlar ise tam aksine asabi ve çirkef bir hale bürünüp bütün atakları daha olgunlaşmadan orta sahada savuştururlar.

Şimdi, bu konunun birçok hemcinsimiz için sorun olduğunu bizzat biliyoruz. Bazıları kendinde bunu söyleyecek cesareti bulamazken, bazılarına da lafları ağızlarına tıkılmak suretiyle hadleri bildiriliyor. Tabii bu işlere girmeyen bayan arkadaşlarımızı konunun dışında tutuyoruz. Ama unutmayın, toplumda bir sorun varsa bu hepimizi ilgilendirir.

Şimdi mevzubahis bayan arkadaşlarımız tarafından, bu şikayetimize verilecek olası cevabı irdeleyelim:

Ay sana inanmıyorum Berke, listemdeki herkes benim arkadaşım. Tatile beraber gitsek zaten beni o şekilde görecekler!!

Herhalde yüzyılın kolpası seçilse, bu bahane ilk 100’e girer. Bir kere hepimiz biliyoruz ki bu iletişim sitelerindeki arkadaş listelerinde; “ilkokul arkadaşımın yan komşusu, tatilde üst geçitten geçerken kıç kıça vurduğun çocuk” tadında onlarca sap vardır. İlgili bayana bu çocuklardan kaç tanesi ile tatile çıktın diye sorsanız yukarıda bahsettiğim tür bir tepkiyle karşılaşacaksınızdır, ama yılmayın! Ne demiş Tevfik Fikret: Hak bildiğin yolda yalnız yürüyeceksin…

Konuyu rasyonel olarak irdelemek, sebep sonuç ilişkisine girmek, tüme varım&tümden gelim manevraları, ilgili arkadaşın zihninde overload etkisi yaratabilir. Dolayısıyla hadiseyi net ve kısa anlatmakta fayda var. Bir kere, Türk arkadaşlarla beraber tatile gitme tarihi, bizim “Ray Charles Sendromu” dediğim vakalarla doludur. Gayet dekolte mayoları giymiş hanım kızlarımızın olduğu arkadaş ortamında, aman gözüm bir yere takıldığı görülmesin, aman birinin göğüslerine zoomladığım başkası tarafından fark edilmesin stresiyle heba olmuş nice babayiğit, gözbebeklerin bile belli olmadığı güneş gözlüklerini bir saniye çıkaramadan koca tatili heba etmiştir. Hele yanında kız arkadaşı varsa o gözlükler akşam yemeğinde dahi takılır. Çünkü Türk kızlarının tatil ortamında önünden çok, erkek arkadaşının nereye baktığına baktığı (ne cümle oldu be!) aşikârdır. Şimdi bu sıkıntılarla cebelleşen bizlere, sen hiç öyle uğraşma, boşuna boynun tutulmasın dercesine bu fotoğrafları limitsiz servis etmek nedir sorarız size! Bazı hatun kişilerin: “Sen herkesi kendin gibi zannediyorsun, Burak böyle bir çocuk değil!” dediğini duyabiliyoruz. Unutmayın erkek erkektir. Sizin algıladığınız, onun kendisini size nasıl lanse ettiğidir. Saçlarını balmumu ile ördürmüş de olsa, Bach da dinlese, o tanıdığınız Burak’ın biralı sap ortamlarda nasıl konuştuğunu neler anlattığını duysanız, kendisinden tiksinirsiniz.

Bununla beraber,

Türk Erkeklerinin bir kıza yazma süreci hepimizin malumudur. Aslında deli divane de olsa, günde 80 mesaj atsa, 20 kere arasa da etrafındaki kankalarına hep aynı kolpayı yapacaktır….. “Ya Büke diye bir kız var, ama bilmiyorum…çok tipim değil gibi….” Bunun arkasında 2 sebep olabilir:

1-) Kız bize bakmazsa, arkadaşlarıma rezil olmayayım. O yüzden kızı ben beğenmedim yalan payını kendime bırakayım.

2-) Ya… kız biraz çirkin gibi, tam emin değilim. İşi yavaştan alayım, hem arkadaşlarıma gönülsüz başladım imajını vereyim ki, kızı beğenmezlerse benimle dalga geçmesinler.

Bakınız, bizi bu amme hizmetimizde ilgilendiren 2. alternatiftir.
Kankalık müessesesi Büke ismini esas oğlanın ağzından sıkca duymaya başlayınca, dimağlara bir merak duygusu zerk olacaktır. Ve kritik soru sorulacaktır: “Hafız nasıl bir kız bu ya, güzel mi ? Facebook’da yok mu?”.
İşte zurnanın zırt dediği bu andır. Bir yalanı sonsuza kadar yaşayamayacağınızdan Büke’nin fotoğraflarını göstermek durumunda kalırsınız. Çünkü bu müessese gayet arsız olduğu için, arkadaş listenizi tetkik etmek suretiyle Büke’nin varlığından haberdar olmuştur bile. Profile pictures, albums derken “Bodrum 2007” isimli albüme denk gelirsiniz. Ve işte kader anı..!!!
Büke’nin haşmetli ve tabiî ki bikinili vücudu gözler önündedir.
Kankalık Müessesesi, esas oğlanın 2. Alternatifteki kaçak güreşir tarzından güç alarak ve tabiî ki terbiyesiz olduğundan şöyle bir yorum yapar: “Hacı,memeler iyiymiş ha!”
İşte esas oğlanın bittiği an bu andır. Bundan sonra o kızla ne kadar ciddi ilişki kurarsa kursun, müessesenin ilk yorumu hep aklında kalacaktır. Müessese de terbiyesizdir ama hayvan değildir. Daha sonra bu yorumundan çok pişman olacaktır ama iş işten geçmiştir. Hatta birçok ilişkinin bu aşamada bu anlattığımıza yakın nedenlerden dolayı bittiğini biliriz. Sevgili bayan arkadaşlarımız, bunu bilin buna göre davranın.


İşte bizim uğraşımız bu tarz namüsait durumlarla karşılaşmamaktır. Bunun geri kafalılıkla, alt kültür olmakla alakası yoktur. Türk İstikbalinin geleceği için sağlıklı ilişkiler kurulmalıdır.

Ve Fecaat üzerine düşeni yapmaya devam edecektir!

Ps: Bayanlar,”bayan” lafından neden nefret ediyor bilmeyiz ama biz sevdik kullandık:)