27 Nisan 2011 Çarşamba

Öyle Bir Geçer Zaman ki.


Otoparka giren dönüş ışıklarını gördüğünde “Acaba arabayla bir tur atıp öyle mi girsem” diye düşünse de, bunun akşam trafiğinde çok daha büyük bir eziyet olacağına karar verip vazgeçti.

Hep aynı şey….olması gereken saatten 45 dakika önce gelmişti işte! Bir de bunun üzerine en az 15 dakika racon bekletmesi koy (Bu benzetmeyi, durmadan ona hayata dair dersler veren amcaoğlundan duyup çok beğenmişti), oldu mu sana 1 saat! Evden çıkarken, nasıl olsa zaman geçer diye umut etmişti ama nihayetinde çekilecek sıkıntı asla değişmiyordu.

Ana girişe yakın bir park yeri arayan diğer arabalarla köşe kapmaca oynadıktan sonra, yürüyen merdivenlere 150 metre mesafedeki duvar kenarına razı oldu. Şanlı tarihi, saatlerce otoparklarda araba arama hikâyeleri ile dolu olduğu için, park yeri numarasını telefonunun ajandasına kaydetti.

Önce birkaç mağaza gezerim diye düşündü, öncesinde eline bir kahve aldığı için giyim mağazaları tarafından içeri alınmadı. Kahvesini aceleyle bitirip plastik bardağını çöpe attıktan sonra, mağazalara girmeye muktedir olabilmişti. Kafada ihtiyaç duyduğun, almak istediğin bir şey yoksa, ilgileniyormuş gibi yaptığı bütün kıyafetlerin, ona ne kadar çekici ama aynı zamanda ne kadar gereksiz geldiğini hatırladı. Girdiği her mağazada yanına yaklaşıp yardım etmek istediğini söyleyen ama aslında oradaki varlığını sorgulayan satış temsilcileriyle sinir harbi yapmaktan yorulmuştu. Bir ara, “Acaba ufak bir şey mi alsam” diye tereddütte kaldı. Bu kadar erken gelmesine bir bahane olabilir, en azından kendini daha ne yaptığını bilen birisi olarak gösterebilirdi.

Durmadan telefonuna bakıyordu, O’nun da erken gelip arama ihtimali üzerine bir umuttu  sadece bu. Sonra vakit geçirmek için en kolay yollardan biri aklına geldi ve bir kitapçıya girdi. İlk önce çok satan kitaplara göz attı ve hiçbirinin ilgisini çekmediğini fark etti. Manga bölümünde biraz zaman geçirdikten sonra saatin yaklaşmaya başladığını gördü. Alışveriş merkezinden birkaç tur attıktan sonra artık aramanın zamanı gelmişti.

Ulaşılamıyor….olabilecek en kötü şey! Bir kez daha arama hakkı böylelikle elinden alınmış oldu. Nasıl olsa telefonuna mesaj gelecekti, bir kez daha yoklamak kendini düşürmek olacaktı.

………………………..

Alışveriş merkezinin kapısından girdikten 90 dakika sonra, telefonu çalmıştı. Karşı taraftaki dingin ses, orada olduğunu ve nerede buluşacaklarını soruyordu. Bu söylem tabi ki onun olduğu kata gelinmesinin beklendiğini tebliğ ediyordu. Dördüncü kata vardığında onu elinde poşetlerle gördü.

- Merhaba! Gelmişken kafamdaki bazı şeyleri de aradan çıkartayım dedim. Çok beklemedin değil mi?

Kırk beş dakikalık bir gecikme sonunda sorulmuş olsa bile, acaba bu sorunun dünya üzerinde verilebilecek ikinci bir cevabı var mı? Hele elindeki poşetler en az yarım saattir burada olduğunu söylüyorken…

- Hayır, ben de kitapçıda bakındım biraz. İstediğim şeyler yoktu, sipariş verdim yarın getirecekler. Zamanın nasıl geçtiğini anlamamışım.

- Zaten benim de fazla vaktim yok. Bir on beş dakika kahve içelim mi?

Yemek katına çıkarlarken, “keşke kendime ufak bir şey satın alsaydım” diye iç geçirdi.

İyi ki park yerini telefonuna not etmişti….





6 Nisan 2011 Çarşamba


Hepinize iyi geceler diliyorum, eğer böyle bir şey mümkünse…

Lise ile başlayan, üniversite yılları ile devam eden isyankar hallerimizin bayrak programı Kaybedenler Kulübün’ün kapanış cümlesiydi bu.

O yaşlarda; aileye, eğitim sistemine, kızlara, neden askere gitmek ve iş bulmak zorunda olduğumuza isyan eder dururduk. Kendimizden 10 yaş büyük adamların (Bizim şu anki yaşlarımız oluyor) nasıl hala bu isyanı yaşayabildiğine hayranlık duyardık. İşte bu yüzden severdik o programı. Kaan ile Mete’yi o yüzden idolümüz bilirdik. Diğer ebeveynler gibi ukalalık yapmazlar, biz o yaşta ne hissediyorsak onları hissederlerdi.

Sonra büyüdük… o zamanki hallerimizle dalga geçer olduk. Etrafta gördüğümüz ergenleri aşağıladık, tavırlarını komik bulduk.

7 Şubat 2011’de babamı kaybettim.

2 ay süren hastahane maceramız, aslında beklediğimiz ama kendimize itiraf edemediğimiz bir sonla nihayetlendi.

Bu yaşıma kadar daha büyük bir acı yaşamadım. Ne düşünsem aklıma babam geliyor. Her baktığım yerde onu görüyor, hep bana söylediklerini düşünüyorum.

Her gece onun sesiyle uyanıyorum.

Fener’in maçlarına bile sevinemiyorum, çünkü maçın sonunda babamı arayamayacaksam kazanmanın ne önemi var ki.

Etrafımdakilerden jenerik laflar duymaktan sıkıldım. İnsanlar konuştukça, içimden “Çok biliyorsunuz, sanki benim yerimde siz varsınız” demek geliyor.

7 Şubat’tan beri her şeye isyan eder oldum.

11 sene önceki Kerem’e, Kaan ve Mete gibi, bir radyo programı yapabilseydim keşke. 31 yaşında daha büyük mutsuzluklar yaşayacağını, büyüyünce bir şeyin değişmediğini, hatta daha kötü olduğunu bir de ben anlatabilseydim ona.

Bu duygularla izledim Kaybedenler Kulübü'nü.... film iyi miydi kötü müydü bilmiyorum, ama bunları hissettirdiyse benim için güzel olmalı.

Benim ne alıp başımı gidecek gücüm, ne de sevdiklerime posta koyacak cesaretim var.

Anneme, Mete’nin yaptığı gibi, “Sence ben çok mu boş yaşıyorum?” diye sorsam muhtemelen ağlamaya başlar.

Başka bir deyişle, benim hayatla mucadele etmem filmdeki kadar kolay değil.

Benim payıma düşen güçlü olmak, eğer öyle bir şey mümkünse…..

Seni çok özlüyorum baba...