31 Aralık 2009 Perşembe

What is Love?



Madmen dizisinde reklamcılık gurusu abimiz Don Draper, resimdeki ablaya romantik bir akşam yemeğinde aşk hususu hakkında ayar verirken.

"the reason you haven't felt it is because it doesn't exist. what you call love was invented by guys like me, to sell nylons. you're born alone and you die alone and this world just drops a bunch of rules on top of you to make you forget those facts. but i never forget. i'm living like there's no tomorrow, because there isn't one"

Kendiniz de İnanamadınız Zaar...


Milliyet gazetesinden alıntı:

FENERBAHÇE UNUTULMAZ!

Beşiktaşlı futbolcular kulübün resmi sitesinde ilk yarıyı bir anketle değerlendirdi.


Siyah-beyazlıların resmi sitesi tarafından sorulan sorulara yanıt veren futbolcular, Fenerbahçe galibiyetini unutamadıklarını ifade ettiler.
Anket sonuçları şöyle:


‘En fazla sevindiğiniz maç’
İbrahim Toraman: Man. United
Tomas Sivok: Fenerbahçe
Filip Holosko: Fenerbahçe
Yusuf Şimşek: Fenerbahçe
İsmail Köybaşı: Fenerbahçe
Ekrem Dağ: Fenerbahçe
Necip Uysal: Fenerbahçe
Nihat Kahveci: Fenerbahçe
Rıdvan Şimşek: Fenerbahçe
Serdar Özkan: Fenerbahçe
Hakan Arıkan: Fenerbahçe
Michael Fink: Fenerbahçe
Erkan Zengin: Fenerbahçe
Korcan Çelikay: Man. United


Sen git MU yu kendi sahasında yen,Trabzon deplasmanında dünya tarihinin göremeyeceği bir bal ile kazan, sonra soruya böyle cevap ver. Hadi diğerlerinin cahilliğine veriyorum da, Nihat'ın bu taklaya gelmemesi lazımdı.

Böyle şeyler Fenerbahçelilerin ruhunu okşasa da, rakibimizin Beşiktaşspor olma yolundaki taviz vermez tarzı başta King Jeremy olmak üzere, tüm Beşiktaş taraftarları adına üzülmeme neden oluyor.

bu da 2009 yılının BJK ye son dokundurmasıdır:)

Yeni yılınız kutlu olsun...

27 Aralık 2009 Pazar

Braveheart ile coşan, Micheal Collins ile Hüzünlenen Türk Gençliği için empati veya çuvaldız mevzuu..


Mustafa Kemal, Selanik’te değil de Musul’da doğmuş bir Osmanlı paşası olsaydı, Kurtuluş Savaşı’nı Türklerle ve Kürtlerle birlikte gerçekleştirdikten sonra kurulmasına önayak olduğu cumhuriyetin adını “Kürdiye Cumhuriyeti” koysaydı, kendisi de Meclis kararıyla “Atakürt” adını alsaydı...

Kürdiye Cumhuriyeti’nin bütün vatandaşlarına “Kürt” deneceği için hepimiz “Kürt” sayılsaydık, Taksim’e, Kadıköy’e, Kızılay Meydanı’na, Kordon’a “Ne mutlu Kürdüm diyene” pankartları asılsaydı...

“Kürdiye’de” Türk olmadığı, herkesin aslında Kürt olduğu söylenseydi, kendilerini Türk sananların aslında “deniz Kürdü” oldukları iddia edilseydi...

Kürtlerin “yedi bin yıllık” bir tarihi bulunduğunu, Anadolu’nun esas sahiplerinin Kürtler olduğunu, Moğolların, Hunların, Etrüsklerin aslında Kürtlerin atası sayıldığını, Osmanlıdaki Kürt paşalarının kahramanlıklarını derslerde okusaydık.

Teoman, Cengiz, Atilla, Osman gibi isimler almamız yasaklansaydı, Berfin, Beruj, Tiruj, Nevruz gibi isimler almak zorunda kalsaydık...

Türkçe televizyon kurulması yasak edilseydi, bütün televizyon yayınları Kürtçe yapılsaydı...

Romanlarımızı, hikayelerimizi, şiirlerimizi Kürtçe yazmak zorunda kalsaydık, yalnızca Kürt şarkıları dinleseydik, gazetelerimizi Kürtçe çıkarsaydık...

Okullarımızda yalnız Kürtçe okutulsaydı ve Türkçe okutulması yasaklansaydı...

“Biz Türküz, bizim bir tarihimiz, bir dilimiz var” dediğimizde sorgusuz sualsiz hapislere atılsaydık.

İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de, Bursa’da, Edirne’de polis sürekli olarak bizi izleseydi, “özel timler” bizim “Kürdiye Cumhuriyeti’ni” parçalamak isteyen “ayrılıkçılar olmamızdan” kuşkulanıp hepimize sürekli “suçlu” muamelesi yapsaydı, sırf Türk olduğumuz için hakaretlere uğrasaydık.

12 Eylül darbesinden sonra bütün batı bölgesindekiler hapishanelere doldurulsa, inanılmaz işkencelerden geçirilse, boğazlarına kadar çamurların içine battıkları hücrelere konsa, tazyikli sularla iç organları perişan edilse, azgın köpeklerle bacakları parçalansaydı...

Evlerimiz basılsa, ayrılıkçı “Türk teröristlere” yardım ettiğimiz iddialarıyla apartmanlarımız yakılsa, biz evimizden bir eşya bile alamadan çıkarılıp, Diyarbakır’a, Hakkari’ye sürgüne gönderilerek, çadırlarda yaşamak zorunda bırakılsaydık...

Biz Türkler buna razı olur muyduk, “işte hepiniz Kürdiye Cumhuriyeti’nin vatandaşı olarak birer Kürtsünüz, ayrıca Türklük diye niye tutturuyorsunuz, isterseniz başbakan bile olabilirsiniz” sözlerini bir hakkaniyet işareti olarak kabul eder miydik?

Yoksa, Türk kimliğimizin, dilimizin, kültürümüzün, bu ülkenin “eşit” vatandaşları olarak kabul edilmesinde ısrarcı mı olurduk?

Bu ülkenin Türk ve Kürt vatandaşları var ve tarih “Türk” çizgisinden yürümüş, bugün bizim “Türk” olarak kabul edemeyeceklerimizi Kürtlerin kabul etmesini istemişiz, bu yersiz istek sonunda patlamış, ülke önce teröre arkasından bir iç savaşa yuvarlanmış.

Türkiye’nin bu kanlı karmaşadan “demokrasiyle” ve Kürt vatandaşların “kimliklerinin” kabulüyle kurtulacağına inanan insanlar, bu düşüncelerini dile getirdiklerinde, bizim yöneticilerle taraftarları hep aynı soruyu soruyor:

- Nedir demokratik çözüm, nedir Kürt kimliği?

Biz Türkler, bir “Kürdiye Cumhuriyeti’nde” yaşasaydık ne isteyeceksek, bu isteklerin bugün Kürtler tarafından dile getirilmesini kabul etmektir demokrasi.

Kendimiz için isteyeceğimizi, bizimle eşit oldugunu kabul ettiğimiz insanlara vermemek için bu kadar kan dökmeye, ülkeyi bir çıkmaza sürüklemeye değer mi?

Değmez diyenler “demokrasi” istiyor işte.

Demokrasiyi getirmek çok mu zor zanaat?



Şiddetten, faşizmden, kendini karşındakinden üstün görmekten kime ne fayda gelmiş ki..
Bu yazı uğrunda yıllarca hapis yatılacak kadar yanlış bir yazı mı?
"ha..tir" cilere , asimilasyonculara inat bir arada yaşamayı savunalım iki gözüm....

* Görsel: http://icmihrak.blogspot.com

26 Aralık 2009 Cumartesi

Geçmiş Zaman Olur ki..

Efendim, aşağıdaki şarkının benim için, çok ilginç olmasa da, bir anısı mevcuttur.
Bu şarkının 2000 li yılların başında Kent Fm de çalınmaya başladığı anlarda, arabada müziği sonuna kadar açıp şarkının bitmesini beklerdim. 3 defa radyoyu arayıp şarkının kime ait olduğunu sormuşluğum bile vardır. Gerçi hiçbirisinde istediğim cevabı alamadım. En son, radyo yetkilisine telefonda ağzımla şarkının melodisini yapmaya çalıştığımı farkettiğim an bu çabamdan vazgeçmiştim. Neyse ki daha sonra radyo programcılığı da yapacak bir arkadaşım gecenin yarısı beni arayıp "Dandy Warhols-Get Off oluuum!" diyerekten beni rahata erdirmişti. Korsan CD sini alıp mütemadiyen dinlemiştik o aralar. Albümde (Thirteen Tales from Urban Bohemia ) çok da güzel şarkılar vardı hattı zattında.

Bu hiçbir anlam içermeyen anımı paylaştıktan sonra sizi şarkıyla başbaşa bırakıyorum sevgili dostlar.


25 Aralık 2009 Cuma

YBSG!


Eğer; içine kapanık kendi dünyasında yaşayan birisiysem, takıntılarım varsa, pimpirikli ve sinirliysem, güvensiz yahut sevgisizsem, bilin ki 2006 14 Mayıs'ının bunda çok etkisi vardır. 30 yıllık hayatımda Futbol, tribün ve hatta spor adına neye inanıyorsam bir kısmını o gün Denizli'de bıraktım.Doğumgünümden 1 gün sonra gördüklerim "ulan bunca yıl ne kumpasların peşinden koşuyormuşuz" diye düşündürüp herşeyden tiksindirmişti beni. Evet, o gün Denizli Tribünlerindeydim ve o andan itibaren o şehirden de, takımından da, taraftarından da nefret ediyorum.

Bunlar nerden mi aklıma geldi...O günün baş kahramanı!, esasoğlanı! Selçuk Dereli (Bana göre Türk Futbolun gördüğü en karaktersiz ve şerefsiz insandır)bugün bir gazeteye açıklamalarda bulunmuş.

Bkz. ne demiş:

‘Eleştirilere gülüyorum’
“Bu eleştirilere gülüyorum. Sahaya atılan yabancı maddeler iki takım taraftarlarından geldi. Amaç maçın diğer karşılaşmalardan sonra bitmesini sağlamaktı. Oyun kuralları gereği maçı tatil etme yetkim yoktu. Appiah son dakika yakaladığı pozisyonu gole çevirebilse bunlar konuşulacak mıydı? Benden bu maçı tatil etmemi bekleyenler, Fenerbahçe-Galatasaray maçında yaşananları gördükten sonra aynı duyguları taşıdılar mı?”


Şimdi iyi dinle Selçuk Efendi:

1-) Dünya'da değil 16 dakika, 1 saat durup devam eden de onlarca maç vardır. Bazı çokbilmişlerin konuyu buradan yakalamaya çalıştığını da görüyoruz. Fakat sorarım sana, dünya maç oynanmakta iken en az 10 defa seyirci müdahalesi ile durmasına rağmen oynatılan maç var mıdır? Bu sorunun cevabını verebiliyorsan ver veremiyorsan geyik yapma.

2-) O gün ben de staddaydım. Maç oynanırken, Fenerbahçe Tribününden sahaya en ufak bir müdahale olmadı. Aksini iddia edeni allah çarpar!

3-) Fenerbahçe- Galatasaray Maçında, karşılaşma devam ederken, Keita nın yüzüne nereden geldiği muaama olan nesne dışında bir olay oldu mu?

4-) Kendimi bildim bileli maç izlerim, hakemlerin her zaman maç iptaline yetkisi vardır. Sen bu milleti salak mı zannediyorsun!

Keşke Appiah o golü atsaydı da bu durumlara düşmeseydim diye geceleri dualar ettiğin açık. Senden değil hakem, adam bile olmaz.Ne demiş şair, Hakkın sillesi sessiz olur!
umarım bunlar iyi günlerin olur.

Sabah sabah sinir stres sahibi oldum yahu!



Not: Ekteki foto, rahmetli Mehmet Sucu'nun 2006 yılında "Denizli tribünlerinden Fenerbahçeli Manzaraları" adlı çalışmasına aittir. O gün gerçekten çok üzülmüştü. Bana bir gazeteci gözüyle saatlerce o gün tribündeki taraftarların tepkilerini, psikolojilerini anlatmıştı.

20 Aralık 2009 Pazar

Şimdi de Gece Turu


Uzun zamandır ilk defa Taksim ortamlarına eğlenmeye çıktığım ön bilgisini vererekten konuya giriş yapmam da faide var.

30 yaşında "Ay şimdiki gençleri anlamıyorum!" tripleriyle etrafta dolaşan erkenler gibi olmamaktır bütün çabam. "Ya biz yaşlanmışız, artık kafam kaldırmıyor" tarzı laflar edip de, alttan alttan karşı tarafa ben oldum mesajı vermeye çalışan yeni yetmelerden haz etmem.

Eğlenmeyi severim, sevdiğim bir ortam varsa kafam müzikten şişmez. İnsanların eğlendiğini görmek de beni rahatlatır.
Esas konu insanın sosyal statüsü arttıkça daha fazla seçici olmasıdır. Bu normaldir. Misal ben artık, bir dönemler abonesi olduğum, Caravan Rock Bara gidip eğlenemem.(arkadaş düşünüyorum da, bildiğin idrar kokardı orası be).

Uzun lafın kısası, bu hafta benim "eller havaya rock barı" dediğim meşhur Taksim mekanlarından bir tanesindeydim.

Şahsım hakkında bu pre-bilgileri verdikten sonra, adetim olduğu üzere, maddeler halinde düşüncelerimi özetleyeyim efem:

* Kriz mekanları da vurmuş. Giriş ücretleri 2 sene öncesinin aynısı, hatta daha düşük. İçki fiyatlarında bir oynama yok. Bunu görünce neden her taraf pıtrak gibi makarna&salata cafe doldu diye şaşırmıyorsun. 8 Liraya bira sat, üstüne bir de canlı grup çıkar. Polisiyle sarhoşuyla uğraş. Bekle ki insanlar bir şeyler içsin de para kazan. Öteki tarafta adam makarnanın üzerine iki permasan atsın hesaba 25 lirayı sıkıştırsın.

* 10 yılı aşkın bilfiil geceleri dışarı çıkarım. Taksimde ki mekanlardan yola çıkarak aynı yorumu genele de yayabilirim. Hala; aynı gruplar, aynı şarkılar, aynı yöntemler. Zerre bir ilerleme yok, herkes bıraktığın yerde. Düşünün, dünyanın en kötü 2. grubu olan "Direnen Mızıkacılar" bile hala sağda solda sahne alabiliyor. Universite yıllarımızın efsane grubu Suitcase bile aynı playlistle işi götürmeye çalışıyor. Televole ağzıyla söylemek gerekirse "Olmuyor beyler,olmuyor!" Sonra KeCe 25 Tl giriş parası verip mekanlara gitsin.Aynı parayı makarnaya veririm daha iyi, en azından arkamdan trende uydu derler!

* Gece ile ilgili en güzel ayrıntı Dumansız Hava Sahası idi. Allah tekrar bu yasağı koyanlardan razı olsun. Gözlerimizin yandığı, üstümüz başımızın leş gibi koktuğu, eve gidince gömleklerimizin delindiğini gördüğümüz bu mekanlarda artık sadece mis gibi bira kokusu soluyorsun. Ayrıca mekan dışına çıkıldığında gençlerimizin smirting akımına kendilerini kaptırdığını görüyorsun. Neymiş mekanlara giden insan sayısı azalacakmış!. Mekanı bildiğimden yola çıkarak, daha bile kalabalıklaştığını söyleyebilirim.

* Eşitlik, insan hakları, demokrasi teraneleriyle kafa şişirdiğim malumdur. Bir kez daha içimde bastırmaya çalıştığım homofobikliğimi açığa çıkarmak durumdayım. Bu bünye gay şarkıcıları zor hazmetti ( zira gittiğimiz mekandaki grubun solistinin halihazırda öyle olduğunu biliyorum). Fakat bütün gece; vücudlarını teşhir eden, abuk subuk isterik danslar icra eden, yanlışlıkla gözün takılsa kaş göz yapan gudubet eşcinsellerle aynı ortamda bulunmak istemiyorum. Ve evet, eşcinsellerden rahatsız oluyorum! Her gittiğim yerde populasyonlarını arttırarak mekanı domine etmeye çalışmaları beni irrite ediyor. Oray Eğin, Onur Baştürk gibi bayraklı tekerleklerin " Eşcinsellerin gittiği yer kalitelidir, eşcinseller çok eğlenir etraflarını da eğlendirir" felsefesini yıllarca pompalaması sonu geldik bu hallere. Tabi kız milletinin, sırf erkeklere terslik olsun diye gay savunuculuğu yapması, onları evin kedisi gibi görmesi de etkendir buna.Eşcinseller hakkında saydırmaya hazırlanırken, daha giriş cümlesinde "Aaaa öyle deme, benim çok gay arkadaşım var ve hepsini çok sever, çok iyi anlaşırım" tarzı kontra bir cevabı yiyen erkeklerin "ulan üzerine gitmiyim de, kız beni öküz sanmasın" mantığıdır bizi buralara getiren. Yani kısacası,Hepimiz suçluyuz efendiler!

* Çok gay arkadaşı varmışmış...Götür bir tanesini babanla tanıştır o zaman...!

* Taksimde eğlenmenin en güzel tarafının çıkıştaki Kızılkayalar faslı olduğunu bir kez daha anladım.Vücudunun bir yanı üşürken, bir yanının da döner kalıbının sıcaklıyla sıcacık olduğu an, ıslak hamburgere attığın ısırıktır mutluluk Abidin!.(Yazar burada homofobik olmakla beraber edebi yazılar da yazabildiğini gösterip konuyu toparlamaya çalışıyor aka kızlar beni öküz sanmasın)

* Başka bir gece gezmesinde tekrar buluşmak dileğiyle deyip, aranızdan ayrılıyorum arkadaşlarım.


Meraklısı için not: Dünyanın en kötü grubu Deniz Kızı'dır. Onlar hala bir yerde çıkıyor mu bilmiyorum

Gider...

17 Aralık 2009 Perşembe

Daha Çok Tartışacaksınız


Evet, çünkü hiçbiriniz kuralı tam bilmiyorsunuz (Ben de bilmiyorum ama en azından ukalalık da yapmıyorum).
Daha önce bunu defalarca söyledim, Galatasaray maçında topun üzerinden atlayan Carlos'un niyeti neydi Hıncal Efendi?
Bu kuralı yorumlaması ve artık kimsenin itiraz etmeyeceği bir kalıba koyması gereken kaleci kökenli spor adamlarıdır, gerisi geyik muhabbetidir!
Bu işler azıcık geometri bilgisi olanların bile tutarsızlığını anlayacağı Pierolarla olmaz.

Son Söz: Carlos'un ayrılması herkes açısından faydalı oldu. Ben bütün eleştirilere rağmen Fenerbahçe'ye iyi hizmet verdiğini düşünüyorum. Böyle önemli adamlarla tatlı ayrılmak önemlidir, yolun açık olsun...

http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/uluc/2009/12/17/aktif_alanda_pasif_ofsayt_olmaz

15 Aralık 2009 Salı

Şıracının Şahidi Bozacı...


* Bu hafta sonu en yakın arkadaşım evlendi.Benim için el komik an, gelini almaya kız tarafının evine gittiğimizde ve hatun kişi gelinliğiyle ilk kez arz ı endam ettiğinde onca kişi arasından bana verdiği tepki oldu: "Kerem doğru söyle güzel olmuş muyum?, bir tek sen direkt söylersin". Patavatsızlık başa bela olmakla beraber, insana hiç ummadığı yerde sorumluluklar yüklüyor...

*Veysel sağolsun beni nikah şahitliği şerefine layık gördü. Fakat, nikah şahitleri arasında bir karizma dengesizliği olduğunu itiraf etmemde fayda var. Bana kızın şahidinin; Mesut Yılmaz'ın kardeşi, Tekstilbank'ın sahibi Turgut Yılmaz olduğunu söylediklerinde içimden " ulan resmen çırak çıktık iyi mi!" diye bir tepki vermiştim. Memure ikimizi de masaya çağırdığında, görev ortağımın masaya gitmesini ve kendine göre daha uygun yere oturmasını adabımla bekledim. O da benim bu jestime sahneye uzak sandalyeye oturmakla karşılık verdi. İyi bir ikili olduk. Sonuçta adam Fenerbahçeli! ve fekat benim bu munis tarzım arkadaş çevremce yalakalık olarak adlandırıldı. Ulan ben boru satıyorum,ne işim olur bankacıyla!

* Damadın, kızı evden alıp balayına götürmesine kadar geçen sürede ana prensibinin "yapıştır" olduğuna bizzat şahit oldum. Bizim millet bedavadan parayı ne seviyormuş arkadaş! Şaka olsun diye, masada evlilik defteri imzalamak için önüme geldiğinde "Veysel, kalem yazmıyor ağabey..." diyecektim ki.... Veysel'in suratını görünce vazgeçtim..

* Gerçekten merak ediyorum, birisi bana gelinin beline kırmızı kurdela bağlamak, konvoy arabalarının dikiz aynasına havlu asmak gibi ritüellerin nereden çıktığını açıklayabilir mi? Bir insanın bilincini belleğini kasaya kitleyip, "böyle olması gerekiyor" rüzgarına kendini bıraktığı en münhasır an sanırım bu evlilik halleri.

* Şuna karar vermiş durumdayım; bir düğünün eğlenceli geçmesi, ne şaşaya ne de harcanan paraya bağlı. O düğüne katılan gençlerin performansıdır düğünü alıp götüren. Otuz yıllık hayatımda, düğün organizasyonlarının kuru pasta limonata dan, havuz başı yemekliye geçiş sürecini takip edebilme şansına sahip olmuş bir nesilin ferdiyim. Son yıllarda katıldığım onlarca düğünde aldığım izlenim şudur: düğünler artık asli görevi olan, hayatını birleştirme oluşumunun mutluluğunu ön plana çıkarma ve bunu katılanlara yansıtma halinden iyice uzaklaşmış durumda. Onlarca organizasyon ayrıntısı, iki tarafında düğün öncesi gerilimlerinin yüzlerine yansıtması, fazla mekanikleşme tamamen katılımcılara yansıyor.Değişmeyen altın bir kural var, insan sadece rahat olduğu yerde eğlenebiliyor.

* Bu bilgiler ışığında bütün düğünü oynarak ve insanları dansa kaldırarak geçirdim. Yarın bir gün kamera görüntülerini seyredenler kim bu toparlak şebek oğlan diyebilirler.Bir ara gidip Dj'e " ne sıkıcı şeyler çalıyorsun, şöyle hareketli bir şeyler çalsana" diye posta koymam gecenin sonunda "Sen iyice Serdar'a, Demet'e bağlamışsın KeCe" diye düşünmeme yol açtı.

* Er kişilerin halihazırda bildiği bir gerçeki tekrarlamakta fayda var: hatun kişileri mezuniyet balolarındaki ve düğünlerdeki güzellikleriyle değerlendirmeyeceksin...Sonra üzülürsün...

7 Aralık 2009 Pazartesi

Galatasaray'ın Yediği Gol ve Bir Çift Kelam

* Son yazımda parmak pastığım konuyu tekrarlıyorum. Galatasaray'ın yediği gol, Fenerbahçe'nin GS'ye attığı ilk gole iptal edilmeli diyen ulemaların düşünce mantığına göre, net ofsayttır. Şut kaleye çıkarıldığı an en az 2 adet İBB li oyuncu ofsayt durumundadır. Bu futbolcular kalecinin görüş açısını kapatmak sureti ile pozisyona müdahil olmuşlardır, tevekkeli o kadar yavaş giden bir top gol olmuştur. Tekrar ediyorum: bu pasif ofsayt hususunu ülkemizde kimse net bilmiyor!!! Herkes kafasına göre anlatıyor.

* Edep Ya HÜ! önce kendi takımına bakacaksın sonra hakemlere laf edeceksin Aziz Efendi. Ayrıca son maçta yaşananlar Selçuk Dereli'nin BJK yarı final maçında yaptığı gibi bariz hak yeme değildi. O maçta iyi oynadın ama hakem sana kaybettirdi. Peki bu maçta ne yaptın? Maçtan sonra hakeme hak ettiğin lafı da etmiştin, helali hoş olsun (bkz kokart). Ama, bu maçta hakem demek ayıptır günahtır.

* Bu hakem olayları çok sıktı.Futbolcu olmak istemiş yeteneği yetmemiş, eğitim durumu belli olmayan, ne olduğu belirsiz bu adamlar kompleksleri doğrultusunda bu spordan rol çalmaya çalışıyorlar. Onları ne kadar çok konuşursak o kadar daha ön plana çıkmaya çalışacaklar. Hakem kavramı futbolun bir parçası olamaz, insanı zaaflar sebebiyle bu spora monte edilmiştir sadece.

* Dos Santos bir maç bek oynasa da ne olduğunu görsek. Zİra benim artık dayanacak mecalim kalmadı.

* Şu takıma brezilya ekolu geldiğinden beri çizgiye inen kanat oyuncusuna hasret kaldım. Topu alan içeriye kat ediyor arkadaş! Feenrbahçe maç içerisinde parmakla sayılacak kadar az orta yapıyor. Brezilya ligini izleyince bu futbola şaşırmıyorsun. Aynı temposuzluk, aynı kalitesizlik!

* Aykut Kocaman, bu ülkede bir ilki yapmış spor adamıdır. Diğer futbolcuların terbiyesizlik ve eğlencede sınrı tanımayacağı, uzun yıllardan sonra gelen bir şampiyonluk anında, takımdan uzaklaştırmak pahasına empati yapmıştır. Bu davranışı; adına "centilmen, efendi" gibi payeleri takılan futbolculardan hiç birisi yapamadı ve muhtemelen de de yapamayacak. Bu akşam ki basın açıklamasından sonra bir kez daha ona hayran kaldım. Bravo Aykut! adam kavramının ayaklara düştüğü bu aleme güneş gibi doğdun. Birileri gelir, dünyayı değiştirir... inanıyorum ki o birisi Fenerbahçe için sensin!

* Keita hakkındaki düşüncelerim bakidir.Bana göre dağınık ve yetersiz bir futbolcudur. Kendisini Youla ya benzetiyorum, küçük takım futbolcusu...

* Şu Avrupa Ligi kurası çekilse de 2 deplasman kovalasak...

* Fenerbahçe Trabzon'u deplasmanda yenecek, KeCe demişti dersiniz...

1 Aralık 2009 Salı

Delikanlının Galaksi Rehberi#2


Ey oğul,

* Unutma, bu hayatta her yere geç kalmayı adet edinmek psikolojik bozukluğa işaret eder. Birisini sorumsuzca bekletmek, hayasızlık örneğidir. " Arkadaş toplantılarına assolist edasıyla geç gideyim zira erken gidip gelenleri beklemek ezikliktir" mantığı güden zavallılığa haiz olma. Delikanlı adam; mekana önce gider, kıçına yer eder, gelen gideni keser. Bir ortama geç gittiğin zaman bütün bakışların kendisine çevrilmesinden hoşlanmaz,ders almaz ders verir.


* Rakıyı sek içerim diyen insanla içki masasına oturma. Herşeyin bir adabı olduğu gibi, eşyanın tabiatı da göz önüne alınırsa, rakı sek içilmez. Rakıyı sek içmek, şarabı sulandırıp içmeye tekabül eder. Rakı soğuk suyla içilir. Ehlikeyf gibi aparatlar işin şov kısmıdır ve mümkün mertebe uzak durulması caizdir. İçimi kolay diyerekten yeşil efe, kara ağa vs tarzı gliserin manyağı rakıları tüketmek bu kültüre yapılmış saygısızlıktır. Rakı dediğin Yeni Rakı, bilemedin Tekirdağ Rakısı dır.

* En az 1 Nazım Hikmet Şiirini ezbere bil.Sağa sola "bunalımdayım, çok moralim bozuk, depresifim" diye atıp tutmadan bir Kafka kitabı okumuş ol. Yok ben hayata neşeli yerinden bakmak istiyorum diyorsan "Saatleri Ayarlama Enstitüsü" nü hatim et. Bu hayatı anlamak için kapasiteyi zorlamak gereksiz. Bu adamlar zamanında düşünmüş, yazmış. Bukowski'yi oku, saygı duy, hayran ol..ama onun felsefesini sağda solda savunma! hayatın Fatih Erkek Yurdu kıvamına gelir..dikkat!!

* İlk tanıştığın kız sana "Çok yaşanmışlıklarım var, beni çok kırdılar, çok yıprandım, kimseye güvenemiyorum" tarzı laflar ediyorsa, o kişiden arkana bakmadan uzaklaş.Kız milleti kendi derdini büyütüp senin sırtına yuklemeye bayılır. Ortada da bir şey yoktur aslında...Kaostan beslenen, seni kendi kafasınca baskı altına almaya çalışan hatun kişilere bıyık altından gül. Senin derdin sana yeter, elalemin sapının kendine göre haklı sebeplerle yaptığı hareketlerin senin üzerine yüklenmesine izin verme. Sen rehabilitasyon merkezi değilsin!

* Disko bar ortamlarında 3 arkadaş bir araya gelince futbol tezahuratı yapmaya kalkma. Bil ki; nerde içki içince tezahuratla sapıtan adam vardır, çekirdekçinin önde gidenidir. Bu adamlar tribünde susar, ortamı görünce coşar. Tezahurat tribünde olur, sosyal hayatta rakip taraftara saygı gösterdiğin sürece adamsındır. Hiçbir fanatik arkadaşını mağlubiyetlerden sonra arayıp kendi aklınca dalga geçme. Bu mağlubiyetlerinden sonra dalga geçme tribi, looser 40+ tribidir.

*Henüz 30 yaşlarının başında olmasına rağmen, yeni nesil hakkında " şimdiki gençler söyle, bunlar internet çocuğu, ay bu çocukları anlamıyorum" geyiği yapan düdüklerin, 90 lı yılların başında kafada bandana modasının yılmaz bir temsilcisi olduğunu unutma! ve hepsiyle muhabbeti kes. Lafı gelmişken söyleyeyim, sene 2009 ve hala bandana takanlar var...yorum senin...

* Siyasi görüşün ne? sorusuna "Atatürk'çüyüm, "dini inancın var mı" sorusuna "allaha inanıyorum ama din kavramına inanmıyorum" tarzı cevaplar veren ezberci ve taklitçi zihniyetten uzak dur. Unutma; kendini ve çevreni, bu feleğin çarkına çomak sokabilen insanlarla geliştirebilirsin. İsyan etmediğin sürece koyunsundur. taraf olmayan bertaraf olur!

* Entellektüel insan madagaskar kurbağalarının üreme sistemini bilen adam değildir. Akil adam yaşadığı toplum hakkında yorum yapabilen, ona uyum sağlayan adamdır. Bir yazarın dediği gibi: Afrikalı bir balıkçı için Shakespeare balık tutmayı bilmeyen bir ahmaktır! Bu memleketin sokaklarında yürüyorsan, bu toplumla nefes alıyorsan bazı şeylerden bihaber olmak senin ilgisiz ve cahilliğindir. Hence; "Fenerbahçe renkleri sarı kırmızı olan mıydı" sorusunu sorup " ben futbolla ilgilenmem ki ne bileyim" le üste çıkmaya çalışan, "Ali babacan kim ki? ben politikayla ilgilenmem" şeklinde densizlenen, "Neşet Ertaş' ı tanımıyorum" diye cahillenen kesim, isterse jazz dinlesin, müzikallerden operalara koşsun, kısaca cahildir! ve bu adamlardan vatana millete hayır gelmez...Dikkat..

* Önyargı kötüdür, klasik müziği sevmiyorum demeden önce bir kere Bach dinle.

muhtaç olduğu kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.

27 Kasım 2009 Cuma

Previously on Life

* Bayramın en güzeli hafta içine gelen deği midir ey dostlar! ve fekat her şeye rağmen, herkeşlere iyi bayramlar.

* BJK bizi yendi tebrikler. Bu maçı alma ihtimalleri; İbrahim Üzülmez'in o çalımı atıp, Fink'in ayağına o ortayı yapabilme, Fink in ise gelişine o şutu çıkarabilme ihtimali kadardı...İşte o ihtimal gerçekleşti. Maç boyu Guiza'ya bok atan densizleri sıkça anmak zorunda kalmak dışında, beni rahatsız eden bir şey yok. Antep bizi nasıl yendiyse BJK de öyle oynayarak yendi işte. Burdan isteyen istediği mesajı çıkarabilir...

* Üzerinden çok uzun zaman geçti diye söylüyorum. Benim bu pasif ofsayt hususunda kafama ciddi olarak takılan şeyler var. Bence, kendine hakem hocası denen şahsiyetler dahil, kimse bu kuralı tam olarak idrak etmiş durumda değil. Evet, benim iddiam şudur: mevcut kurallar dahilinde Gs'ye attığımız ilk gol ofsayt değildi. Şöyle düşünün, bir futbolcu uzaktan şut atıyor, kaleye 5 metre uzaktaki ofsayt durumundaki arkadaşı son anda kıçını toptan çekiyor ve gol oluyor. Bu şekilde onlarca gol atıldı TSl de, hangisien ofsayt verildi? veya serbest vuruşlarda barajı bozan adam hadisesi var ki, bu mantığa göre hepsi ofsayt. İşlerine gelince topla oynamadı, toptan kaçtı işlerine gelince kalecinin konsantrasyonunu bozdu.

* 4 gün boyunca inanmadığım bir eğitim için Sabancı Üniversitesi ne kapatıldım. Hem de yatılı! her dönem 4 günümü heba ettiğim bu kurumsal gazın bana öğrettiği 2 şey var. 1-) İnsan Sabancı gibi yerleri görünce devlet üniversitelerinde geçen yıllarına lanet ediyor 2-) Sunum teknikleri dersinde bizi kameraya aldılar, daha sonra da bütün sınıf kendimizi izledik. Ben bu kadar çirkin ve borazan sesli oldugumu bilmiyordum. Hilkat garibesiymişim de haberim yokmuş...insan haber verir!!

* Her ne kadar kurban olayına vahşilik diye bok atsak da, kavurma bambaşka bir şey...

* Hayattaki en yakın dostum 12 Aralık da evleniyor. Müstakbel eşinin evinden çeyizlerini almaya gittik beraber. Evliliğe giriş böyle bir şeyse, evlilik nasıl bir şeydir tahmin edemiyorum. Allah dağına göre kar veriyor sanırım...neden bekar olduğumu anladım..her şeye rağmen insan hüzünle karışık duygular yaşıyor. Ben 12 sinde bayağı bir duygusallaşcam sanırım. Bari çok içmiyim de ağlamayayım o gün...

* Uzun zamandır gitmek istediğim Nando's a nihayet geçen hafta gittim. Hesap ameliyat tadın da olsa da, gidip bir deneyin derim.

* Bayram kaynaşma günüdür, aileler bir araya gelir falan hikaye benim için. İmkanım olsun bir bayram İstanbul'da kalırsam şerefsizim.

* Delikanlının Galaksi Rehberi adlı yazım bir çok kişi tarafından magandalıkla itham edilse de, en kısa zamanda devamını yazacağımı beyan ederim:)

* Bir arkadaşımın en büyük rakibimizin fabrikasının yanındaki şirkette çalıştığını öğrendim. Ve fekat 2. cümlesinde " ne yapıyorlar o paslı borularla anlamadım" lafı beni benden aldı. Kendimi sektörümü ve rakibimi savunurken buldum. Hatta " boru olmazsa insanlık olmaz" tadında nutuklar attım ki sormayın gitsin..bunca yıldan sonra iyiden iyiye "borucu" olduk sanırım.. Benim yanımda boru kavramına laf atmayın, bozarım...

11 Kasım 2009 Çarşamba

Football vs Soccer



Son zamanlarda USA'daki futbol olgusuna takmış durumdayım. Tabi burda futbol diye kastedilen, yeni dünyadakilerin Soccer diye adlandırdığı canımız kanımız ciğerimiz...

Dün Facebook ta Amerikalıların kendi aralarında bu sporu tartıştığı bir grup buldum ve saatlerce duvar yazılarını okudum. "Soccer Sucks" adı verilen bu güzide grupta insanlar ikiye ayrılmış durumda.

İlk grup; Amerikan şahinleri dediğimiz, soccer ı kız sporu olarak gören, bu sporu yapmak için hiç bir yeteneğe sahip olmaya gerek olmadığını iddia eden, sadece retarded (özürlü) insanların futbolu sevebileceğini savunan insanlar. Özellikle taktıkları hususlar; maçların sıkıcı ve kısır geçmesi (beraberlik olgusu ve 0-0 gibi skorlarları dimağları almıyor) ve darbe alan futbolcuların kızlar gibi saatlerce yerlerde sürünmesi. Anlayacağınız bu iri bebelere, futbol kız sporu gibi geliyor. Hatta bütün futbolculara faggot (.bne) yakıştırması yapmaktan bile geri kalmayanlar var.

Futbolu savunanlar ise, malumunuz olduğu üzere, ülkede yaşayan göçmenler. Bizim de hemen aklımıza gelen argümanları alt alta koyup bu saldırıları püskürtüyorlar. Olay bir yerden sonra "futbolcular da erkektir, yeteneklidir"'i savunma ezikliğine gitmiş olsa da çatır çatır cevap veriyorlar.

Yukarıda iki grubun da birbirlerine bok atmak için gruba koyduğu fotolardan beni eğlendiren 2 tanesini görebilirsiniz.


Yazarın Notu:

Amerika'lıların futbola "soccer" demesi umurumda değil.
Onların bu sporu sevmemesi, önemsememesi ,ki aksine orada yaşayanlardan müthiş bir altyapı yatırımı yaptıkları haberlerini alıyorum, her futbolseverin işine gelir.

Zira formül açıktır.

(zenci veya hispanic)+ varoş = İyi Futbolcu

Bunların hepsi USA'da fazlasıyla var. Ayrıca emparyalist düşünce ve başarıya giden her yol mübahtır mantığıda bu topraklarda doğmuş.
Dua edin bu adamlar futbolu sevmesin yoksa işin bütün tadı kaçar...

Ancaaaaak, duvar yazılarını okurken bazı şahısların baseball un futboldan daha güzel, daha erkek, daha yetenek isteyen bir spor olduğunu iddia etmesi beni bile isyan ettirdi. Bunun üzerine bir kızcağız roller derby diye bir "sporu" övmüş ki ilk defa duyuyorum (bu spor ile ilgili videoları youtube dan izleyiniz lütfen). Bir an gruba üye olup aklıma geleni yazmak geldi içimden. Sonra baktım redneck ler futbolu savunan gurbetçi kardeşlerimizin dilbilgisi ile dalga geçiyorlar, kendimizi maskara etmeyelim 70 kelimelik İngilizcemizle diye geri durdum.

10 Kasım 2009 Salı

Delikanlının Galaksi Rehberi #1


Ey oğul,

• İki elin kanda da olsa mangal yakmayı öğren. Bir gün kesinlikle ihtiyacın olacaktır. Mangal olayı bir erkeğin toplum tarafından sınandığı vakalardan biridir. Unutma gazla, çırayla herkes mangal yakar. Önemli olan mevzuyu tamamen doğal yollarla tutuşturabilmektir. Bu kutsal görevi devraldığın an, Mcgyver edasıyla, çalı çırpı bulmak adına explorer turlara çık. Mümkün mertebe az kağıt kullan, ilk başta sonuç verse de ertesi gün evin temizliği yapılırken arkandan çok küfür yersin. Altın kuralı unutma: kasa her zaman kazanır. Mangal kozunla hem prim yapar, hem de nihayetinde en fazla eti yersin.

• Arkadaşlarınla gittiğin tatillerde, sabah asla en son uyanan sen olma. Unutma, erken kalkan gün için planı-programı yapmaya muktedirdir. Geç kalkan ise uyku mahmurluğunu atmadan kendini hiç istemediği bir organizasyonun içinde bulur. Bu alemin değişmeyen yegane gerçeklerinden bir tanesi de, en kral dedikodunun sabah saatlerinde yapıldığıdır. Erken kalkarsan bilezik gibi arkadan geçirirsin, gece kalırsan tatilin her günü senin için kabul günü olur.

• Unutma, moda dünyası kadın giyiminde doyuma ulaştığı için yeni pazar olarak erkek milletini hedef almaktadır. Kendine bakan erkek, metroseksüel erkek gibi tanımlar hep bu amaca hizmet etmektedir. Uzun &çiçekli şortlar, parmak arası terlikler giyerek bu kumpasa gelme. Erkekleri efemineleştirme savaşında tarafını belirle. Bu kartelin sana dünya starı diye sunduğu Beckham,Ronaldo gibi oğlantı topçulara itibar etme.

• Delikanlı adam barda diskoda elini omuz hizasından yukarı kaldırarak dans etmez. Eller havaya tarzı danslar yapan erkeklerle selamını kes. Vestiyer konusunda cimrilik yapma. Hiçbir vestiyer ücreti, senin mekânda montlarını bir yere sıkıştırmaya çalışırken ki stresine değmez.

• Ortamına göre içki içmeyi bil. İtalyan restoranında rakı, kebapçıda şarap içmeye kalkma. İçki âleminde ortama uy. Masanın tercihine itibar et. Her organizasyonun kamberi olan, ama bütün masanın alkolün dibine vurduğu anda bile “ben alkol kullanmıyorum” diyip kola içen insanlara mesafeli yaklaş. Mümkünse herkesle beraber sarhoş ol, masada alkol içmeyen varsa dengeli git. Ortamın şebeği olma…

• İlk buluşmada yemeğinin tamamını bitirmeyen , cep telefonunu masanın üzerine koyan kızlar candır canandır. Fakat, daha bismillah bile demeden, çantadan çıkarılan telefonlarla WC ye gidilirse, kafa hala bir yerde demektir. Bu hareketleri sineye çekmeniz ilerde size “ böyle bir ilişkiye hazır olup olmadığımı bilmiyorum berke” tarzı kolpalarla geri döner. Bununla beraber boynunu geriye atıp , poposunu kameraya dönmek suretiyle fotoğraf çektiren kızlardan cacık olmayacağını bil. Hele bir de, bu fotoları çektirirken diz yukarı doğru kırılıyorsa…..

• Hangi takımı tutarsan tut, rakip takımın güzel tezahüratlarının hakkını ver. Ben “Nevizade Gecelerini, Yağmurlu Bir Günde Görmüştüm Seni” tezahüratlarını beğenmiyorum diyip ortamda pirim yapmaya kalkma. Tribüncü adam delikanlı adamdır, zarar gelmez….emeğe saygılı ol….

• İnsanlara 3 şeyin muhabbetini yapma: iş yerindeki problemler, evdeki kedin ve sevgilinle yaşadıkların. Bunları ballandıra ballandıra anlatmak hoşuna gider, fakat karşı tarafın bütün “can kulağı ile dinliyorum” edasına rağmen sıkılacağını unutma. Kızların olduğu bir ortamda sakın askerlik anılarını anlatma. Konuyu mümkün mertebe kendi ekseninden uzaklaştır. Seninle futbol muhabbeti yapmaya çalışan kızlarla yüzeysel konuş, bu konuda ileride kullanacakları bir cephe açmalarına izin verme.

Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.

8 Kasım 2009 Pazar

Spor Rüzgarları...

Spor hakkında sözlenmiş bazı özlü sözler, anlam bütünlüğü bozulmasın diye Türkçe'ye çevirmedim...ya da çeviremedim...ne bileyim işte...

-All that i know most surely about morality and obligations, i owe to football
Albert Camus

-You teach me baseball and I'll teach you relativity...No we must not You will learn about relativity faster than I learn baseball.
-Albert Einstein

-I'm tired of hearing about money, money, money, money, money. I just want to play the game, drink Pepsi, wear Reebok.
Shaquille O'Neal

-If the Bible has taught us nothing else, and it hasn't, it's that girls should stick to girls' sports, such as hot oil wrestling, foxy boxing, and such and such."
Homer Simpson

-Playing polo is like trying to play golf during an earthquake.
Sylvester Stallone

-In football everything is complicated by the presence of the opposite team"
Jean-Paul Sartre

-Football is all very well a good game for rough girls, but not for delicate boys.
Oscar Wilde

-Golf is a good walk spoiled
Mark Twain

-"I failed to make the chess team because of my height."
Woody Allen.

-Running is the greatest metaphor for life, because you get out of it what you put into it.
Oprah Winfrey

-Of course I have played outdoor games. I once played dominoes in an open air cafe in Paris."
Oscar Wilde.

-If all the year were playing holidays, to sport would be as tedious as to work.
William Shakespeare

-Let me just leave you with this thought. You love the Sox, but have they ever loved you back?"
Drew Barrymore, (Fever Pitch)

-"I don't need a man. I'm perfectly happy being alone."
-"Well, you'll have plenty of time to be alone once you're in a relationship - that's what football's for."
Caroline and Annie, (Caroline in the City)

-Love this game, I love this sport, I love this league. Why don't I get my own team? (English Premiership football club)
Roman Abramovich


- Reporter: Gordon, can we have a quick word please?
-Strachan: Velocity.
Former Scottish football player Gordon Strachan, after a match…

-Sport is a preserver of health.
Hippocrates

-Baseball has the great advantage over cricket of being sooner ended.
George Bernard Shaw

-Golf is a game whose aim is to hit a very small ball into a even smaller hole, with weapons singularly ill-designed for the purpose."
Winston Churchill

-Float like a butterfly, sting like a bee. Your hands can’t hit what your eyes can’t see, rumble young man, rumble!
Muhammad Ali

-If practice makes perfect, and no one is perfect, why practice?"
Derek P.

-I think my favorite sport in the Olympics is the one in which you make your way through the snow, you stop, you shoot a gun, and then you continue on. In most of the world, it is known as the biathlon, except in New York City, where it is known as winter.
Michael Ventre, L.A. Daily News


-Sometimes you have to score…..
Thierry Henry, after a loss….

-Some people think football is a matter of life and death. I assure you, it's much more serious than that.
Bill Shankly (former Liverpool manager)

-There is no "I" in TEAM."
Unknown

-Everything is something happened….
Fatih Terim

Mehmet Sucu 24 Ayar Altın


Bürodan iyi bir haber geçmişse telefondaki sesi çok güzel ve kısık bir müzik gibi gelirdi:
“Balbay, bu çok güzel iş be...”
İşi gücü işti. Onun için, haber de bir işti.
O gün işler kesatsa, büyütülecek haber yoksa, sesi aynı tonda, ama donuk gelirdi:
“Balbay bugün manşet yok ya... N’apıcaz?”
Ölümün elimizden usul usul çekip aldığı Sevgili Yazıişleri Müdürümüz Mehmet Sucu, deyim yerindeyse 24 ayar altın gibiydi. Gazeteciliğin içine hiç ama hiçbir şey katmadı.
Katıksız bir gazeteciydi.
Habere katkı yapmayı çok severdi. “Balbaycığım bu habere şöyle bir kutu yapsak” sözü kulağımda fısıldayıp duruyor.
O günkü gazetenin birinci sayfasını nasıl yapacağını anlatırken bir ressamın tabloda boyaları nasıl kullanacağını söyleyişi gibi sanatçı bir duruş takınırdı:
“Manşet altı sütun olacak... Sağdan iki sütun anonslar var... Eteğe çok güzel bir fotoğraf geldi...”
Mehmet Sucu gazetede yok mu; demek ki mahkemedeydi. Sorumlu yazıişleri müdürlüğünü de üstlendiği dönemde, haberlerle ilgili dava açıldığında sorumlu olarak ifade vermeye giderdi.
***
Hastalığı amansız ve zamansızdı...
Tedavisi başladıktan sonra ilk karşılaştığımızda, o benden daha sakindi. Yüzünde basit bir sivilce çıkmış da onu kurutmaya çalışıyormuş gibi anlattı tedavi sürecini. Olasılıkları da aynı sıradanlıkla döküverdi. Ama içinde ölüm yoktu, yaşam vardı.
Sonuna kadar direndi.
Bütün şansları zorladı.
Ankara’ya da geldi. Hacettepe Üniversitesi’nden bir hocaya görünmek istemişti. Yine sıradan bir randevuya gelir gibi uğradı gazeteye. Yeni bir tedavi yöntemi varmış, onun durumuna uygun mu onu saptayacaklardı.
Kaç kez tıbbi müdahale yapıldı bilmiyorum. Birkaçından sonra konuştuğumuzda, ölümle randevuyu sanki sonsuzluğa ötelemiş olmanın rahatlığında anlatıyordu her şeyi. Çok da uzatmıyor, hemen sonrasında “işe” geçiyordu.
Onca işin arasında iletişim dünyasını da çok yakından izliyordu. Gazetedeki sütununda gelişmeleri, edinimlerini paylaşıyordu.
Hastalığı ilerledikçe onun yaşam sevinci de ilerliyordu. Ayda bir İstanbul’a toplantı için gelişimde, mutlaka gazetenin bir yerinde karşılaşıyorduk. Yazıişleri... İbrahim Yıldız’ın odası... İlhan Selçuk’un odasına giden koridor...
Böylesine ciddi bir hastalıkla karşılaşır da, insan duruşunu nasıl olur da bir milim değiştirmez.
***
Sevgili Sucu,
Aylardır senden ayrıyız. Şimdi iyice kalıcılaştırdık ayrılığı...
Aşk olsun!..
Sana son görevimi yerine getiremedim.
Hoş gör!..
Pazar günü gazetenin önüne iki elim kanda olsa gelirdim.
Var say...
Seni anlatmak için onca tanım geldi aklıma. 24 ayar tanımını seçtim. Biliyorsun altının en katıksız hali 24 ayardır. Ama piyasada satılmaz.
Sen de öyleydin.
Yazdığın kitaplar da piyasaya uygun değildi. Salt gazetecilikle, toplumun haber alma hakkıyla ilgiliydi. Onları tanıtmaya da girişmedin. Oysa yazıişleri müdürü yetkinle istediğin gibi yapabilirdin bunu. Örneğin “Halk Bunu Bilmesin” kitabın nasıl da güncel..
Ahh Sucu...
Şimdi “oralar nasıl” diye sorsam, sen üste çıkıp sorarsın; “Manşet var mı” diye...
Ayakta öldün...
Işıklar içinde yat...
Haberlerin, başlıkların, spotların, sayfa maketlerinin, tüm katıksız gazetecilerin, Cumhuriyet ailesinin ve okurların başı sağ olsun...


Mustafa Balbay.

"Irish'a teşekkürler..."

4 Kasım 2009 Çarşamba

Milgram Experiment

İş hayatında tam anlamıyla dürüst olmak ne kadar mümkün? Amirlerin talepleri doğrultusunda, hiç inanmadığınız bir şeyi kaç defa yapmak zorunda kaldınız?

Çoğumuz iş hayatının içindeyiz. Özellikle benim gibi satış sektörü gibi acımasız bir yerinden tırmalıyorsanız benzer sıkıntıları yaşıyorsunuzdur.

Peki bu yaptıklarımız için kendimizi ne kadar suçlamalıyız. İnsan yüksek baskı ve motivasyonla yönetildiğinde, hiç tasvip etmediği şeyleri dahi düşünmeden yapabilir mi?

İşte bu konuyu bizden çok önceleri Stanley Milgram adlı bilim adamı (psikolog) ağabeyimiz düşünmüş. Düşünmesine sebep o zamanki Nazi savaş suçlularının bütün o vahşeti emir altında işlemek zorunda kaldıklarını ve suçsuz olduklarını iddia etmeleriymiş.

Bakınız Wikipedia ‘da bu deneyin konusu nasıl açıklanıyor:

Milgram deneyi, insanların erk (otorite) sahibi bir kişi veya kurumun isteklerine, kendi vicdani değerleriyle çelişmesine rağmen itaat etmeye ne ölçüde istekli olduklarını ölçme amacını güden bir deneyler dizisinin genel adıdır.

Bu sıkıcı tariften sonra konuya giriş yapalım:

Sene 1961, esas oğlan Milgram aşağıdaki ilanla deneyi için gönüllü arıyor


Deneyin nasıl gerçekleştirildiği aşağıdaki gibi anlatılıyor:

Yale'deki çalışma için denekler gazete ilanları ve posta yoluyla bulundu. Deneyler üniversitenin eski yerleşkesinde, Linsly-Chittenden binasının bodrumundaki iki odada gerçekleştirildi. Deneyin tanıtımında deneyin bir saat sürdüğü ve katılanlara deneyi tamamlamasalar bile 4,50$ ödeneceği bildirildi. Katılımcılar 20 ve 50 yaşları arasında, ilkokul terklerden doktora mezunlarına kadar her türlü öğretim geçmişine sahip erkeklerden oluşuyordu.

Deney gözlemcisi rolünü bir teknisyen önlüğü giyen sert, hissiz görünümlü bir biyoloji öğretmeni oynuyordu. Kurban rolünü de bu rol için eğitilmiş, İrlandalı-Amerikan bir muhasebeci üstlenmişti. Kurban ile deney gözlemcisi aslında işbirlikçi olmalarına karşın bu gerçek katılımcıdan gizleniyor ve kurban, katılımcıya kendisi gibi gönüllü olarak katılmış başka bir denek olarak tanıtılıyordu, dolayısıyla katılımcının gözünde deney, deney gözlemcisi ve iki denekten oluşuyordu. Deney gözlemcisi, iki deneğe "öğrenmede cezanın etkisi" hakkında bir deneye katıldıklarını, birisinin "öğretmen" diğerinin de "öğrenci" rolünü üstlenecekleri bilgisini veriyordu.

Sonra, iki deneğe birer yaprak kâğıt veriliyordu. Katılımcının, bu kâğıtlardan birinde "öğretmen" ve diğerinde de "öğrenci" yazdığına ve kâğıtların rastgele verildiğine inanması sağlanıyordu. Gerçekte ise her iki kâğıtta da "öğretmen" yazıyordu ve işbirlikçi denek kendi kağıdında "öğrenci" yazıyormuş gibi rol yapıyordu; böylece katılımcının hep "öğretmen" olması sağlanıyordu. Bu noktada "öğretmen" ve "öğrenci" birbirini duyabilecek ancak göremeyecek şekilde ayrı odalara alınıyordu. Deneyin sürümlerinden biri, işbirlikçi deneğin gerçek deneğe bir kalp rahatsızlığı olduğunu söylemesi gibi ek bir özellik taşıyordu.
Deneyden önce "öğretmen"e 45 voltluk bir elektrik şoku uygulanarak "öğrenci"ye uygulayacağını sandığı şokun neye benzediği hakkında bir fikir verilmiş oluyordu. "Öğretmen"e daha sonra "öğrenci"ye öğretmesi amacıyla sözcük çiftlerinden oluşan bir liste veriliyor, öğretmen de bu listeyi önce öğrenciye bir kere okuyarak işe başlıyordu. Ardından öğretmen listeyi oluşturan sözcük çiftlerinin ilk sözcüklerini teker teker okuyor, okuduğu her sözcük için öğrenciye dört adet seçenek sunuyor, öğrenci de bu seçenekler arasından doğru olduğunu düşündüğü cevabı bildirmek için bir cevap düğmesine basıyordu. Verdiği cevap yanlış ise, her yanlış cevap sonucu giderek artan elektrik şoklarına maruz kalıyordu. Cevap doğru ise öğretmen sonraki sözcük çiftine geçiyordu.

Denekler, öğrencinin verdiği her yanlış yanıta karşılık onun gerçek şoklara maruz kaldığını sanıyorlardı. Gerçekte ise şok uygulanmıyordu. İşbirlikçi denek gerçek denekten ayrıldığı zaman, geçtiği odada eloktroşok makinesine bütünleştirilmiş bir ses kayıt cihazını çalıştırıyordu, bu cihaz da her şok seviyesine karşılık önceden kaydedilmiş bir çığlık sesini çalıyordu. Voltajın birkaç defa artırılmasından sonra aktör, kendisini yan odadaki denekten ayıran duvarı yumruklamaya başlıyordu. Birkaç defa yumrukladıktan ve kalp rahatsızlığını hatırlattıktan sonra ise artık sorulara cevap vermemeye ve şikayette bulunmamaya başlıyordu.

Bu noktada pek çok denek, öğrencinin ne halde olduğunu öğrenmek için deneyi durdurmak istediklerini ifade ediyordu. Kimi denekler 135 voltta durup deneyin amacını sorgulamaya başlıyordu. Bunların çoğu sonuçlardan sorumlu tutulmayacaklarına dair güvence aldıktan sonra devam ediyordu. Birkaç denek, öğrenciden gelen acı dolu çığlıkları duyduklarında sinirli biçimde gülmeye başlıyor veya aşırı stres içinde olduklarını gösteren başka davranışlarda bulunuyordu.

Denek herhangi bir noktada deneyi durdurma isteğini ifade ettiği zaman kendisine aşağıdaki sırayı takip eden sözlü uyarılarda bulunuluyordu:



1)Lütfen devam edin.
2)Deney için devam etmeniz gerekiyor.
3)Devam etmeniz kesinlikle çok önemli.
4)Başka seçeneğiniz yok, devam etmek "zorundasınız".



Denek bu dört uyarıdan sonra bile hala durmak istediğini ifade ederse deney durduruluyordu. Tersi durumda ise deney ancak denek en yüksek şok olan 450 voltu 3 kere ard arda uyguladıktan sonra durduruluyordu.

Deneyin şematik gösterimi :


Deneyin sonuçları ise aşağıdaki gibi idi:

Milgram, deney gerçekleştirilmeden önce Yale üniversitesinin 14 psikoloji yüksek lisans öğrencisiyle sonuçların ne olacağına yönelik bir anket yaptı. Katılımcıların tümü, sadece birkaç sadist eğilimli deneğin (%1,2) en yüksek voltajı uygulayacağını düşünüyordu. Milgram ayrıca meslektaşları arasında da sözlü bir anket yaparak onların da sadece birkaç deneğin çok kuvvetli şok uygulayacağını düşündüklerini gördü.

Milgram'ın ilk deney dizisinde öndeneklerin %65'inin (40 denekten 26'sının) deneydeki en yüksek gerilim olan 450 voltu, her ne kadar epey huzursuzluk hissetmiş olsalar da, uyguladıkları görüldü. Hepsi deneyin bir noktasında durup deneyi sorgulamış, hatta bazıları kendilerine ödenen parayı geri vereceklerini söylemişlerdi. Katılımcılardan hiçbiri 300 volt seviyesinden önce şok uygulamaktan tereddütsüzce vazgeçmedi. Deneyin çeşitlemeleri daha sonra Milgram'ın kendisi tarafından ve dünya genelinde farklı psikologlarca gerçekleştirildi; sonuçlar birbirine yakındı. Bu çeşitlemelerle deneyin özgün sonuçlarının onaylanmasına ek olarak deney düzeneğindeki değişkenlerin etkileri de ölçülmüş oldu.


Milgram ulaştığı sonuçları açıklayan iki ana kuram geliştirdi.
a)Karar verme konusunda, özellikle bir kriz ortamında karar verme konusunda hiçbir deneyimi veya yeteneği olmayan bir denek, kararı gruba ve gruptaki hiyerarşiye bırakır. Grup bir davranışsal model oluşturur.

b)İkincisi ise Araçlaşma Kuramı'dır. Milgram'a göre, "itaatin özü, bir insanın kendisini başka bir insanın isteklerini gerçekleştiren bir araç olarak görmesi, böylece kendi davranışlarından kendisini sorumlu hissetmemesidir. Kişinin bakış açısındaki bu kritik kayma gerçekleştiği zaman, itaatin tüm öznitelikleri bunu izler. Bu temel olarak askersel açıdan otoriteye saygının temelidir; askerler üstlerinin emirlerini ve komutlarını, sorumluluğun subaylarda olduğunu bilerek yerine getirirler.

Buraya kadarlara bir bakarak sevgili dostlarım, Milgram’a göre bu iş hayatı sorgulamaları, vicdan muhasebeleri gereksizdir. Kendinizi bu rüzgara bırakın, ve salla başını al maaşını ana prensibiniz olsun.

Anlaşıldı mı…? O zaman dağılın….

Kaynak: Wikipedia

2 Kasım 2009 Pazartesi

Hakkımda Yapılan Ukalaklılara Cevaben...

İlk olarak çok gezenti bir insan değilimdir. Bununla beraber özellikle Orta ve Doğu Avrupa’nın; birbirininden farkı olmayan ve aynı sıkıcılıktaki gri şehirlerini gezelim görelim tadındaki ziyaretler için yeterli bulmuyorum.

Evet ne yazık ki; bir tane boktan katedral ve önünde Facebook luk foto çektirilable şehir meydanı, restoranlarda kötü servis, güzel olduğu efsane gibi anlatılan ama domuz bakışları sebebiyle zat-ı alime anlam ifade etmeyen bayanlar, kötü oteller, leş yemekler vs….. yanına sevdiğim bir şeyi koymadan o kadar para harcamaya değer şeyler değil benim için. Allaha şükür açık hava cafe tribini de ülke olarak bayağı bir sindirdik. Ee geriye ne kaldı….

Bir kere işin içine bir organizasyon katmak kültüre vakıf olmak için birebirdir. Bu festival olur, karnaval olur, konser olur, maç olur…İyi kötü karşılıklı iletişim için güzel bahanelerdir bunlar. Aksi takdirde katılırsın bir tura; ilk gün şehirde sightseeing, akşam “bilmem ne gecesi” adı altında boktan bir yemek ve dans organizasyonu, parası karşılığı sümüğünü atmayacağın mekanlara özel turlar. Seni bir güzel söğüşlerler, ama döndüğünde eşe dosta hava atmak için sabırsızlandığın için çaktırmazsın.

Evet,

Bana “Maç olmasa yurtdışına çıkmayacaksın/tatile gitmeyeceksin, ne kıro adamsın” demek suretiyle laf sokan/aşağılayan değerli arkadaşlarım.

Afrika’ya, Rio Festivaline, Katmandu’ya gitme fırsatımız olsa maçına falan bakmadan gideriz tabi ki. En azından 2 kültür öğrenir, sefil hayatımıza anlam katarız. Ama emin olun oralarda da parçası olacak bir şeyler bulur, hadisenin hakkını veririz.

Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan, eğlence anlayışlarını tam kapitalizmin istediği üzere : “çok para harcayayım, ama bütün sorumluluklarım taca çıksın” mantığı üzerine kuran, hayatta iki kelimeyi bir araya getirecek zekâya sahip olmamasına rağmen hakkımda sosyal analizler yapma cüretini gösteren dostlar,


Merak etmeyin…az kaldı….

30 Ekim 2009 Cuma

Taçsız kral Pele, Nadia Comaneci, Fenerbahçeli Cemil….


Uzun bir aradan sonra merhaba. Konumuz, her sene adet haline getirdiğimiz üzere, bir yurtdışı deplasmanı. Yaklaşık 2 aydır planladığımız Bükreş deplasmanının geç de olsa anekdotlarıdır:

· Bismillah şehre indik taksici arıza çıktı. İlk önce klasik TR nin neresindensiniz, oraların nüfusu kaç soruları. Daha sonra Romanya’nın büyüklüğü ile karşılaştırmalar. Nihayetinde taksiciden büyük bomba:” Eskiden buralar sizindi, şimdi ne düşünüyorsunuz içinizde bir şey var mı?” Hasan dan “önce bir Yunanistan’ı alalım, sonrasına bakıcaaaaz” cevabı..Taksicinin kolpadan gülmesi… Bu arada taksiciden öğrendiğimize göre, Macaristan Transilvanya’yı istiyormuş Romenlerden. Nüfusun çoğunlukla Macar olduğu bölgede hak iddia ediyormuş. Romanya’da da bir açılım olursa şaşırmayın efenim.


· Gezi öncesi bir apartmanda daire kiralama işini uygun bulmuştuk. Bu kararı verdiğimiz için pişman da olmadık. Evimiz merkeze yürüme mesafesinde, tabak çanağından ütüsüne her şey mevcut, internet oldukça hızlı. Yalnız apartman girişinde yöneticinin ultimaton şeklinde yazdığı notları hiçbirimiz anlayamadık. “Ulan bu adam bizi yakalarsan çok pis aidat alır” korkusuyla apartmana hızlı giriş ve çıkışlar yaptık.


· Bükreş bu zamana kadar gördüğüm en vasat Avrupa başkenti. Çavuşescu’nun devasa boyutlarda ve çirkinlik abidesi sarayı dışında tarihi/sanatsal hiçbir şey yok. Adamlara milli kahramanları soruyorsun, Comaneci ve Hagi diyorlar. Gerisini siz düşünün. Zaten konsoloslukta Romanya tanıtım filmini izlerken hep spor aktivitelerini gösteriyordu, mevzuyu oradan anlamamız lazımdı.


· Şehrin gündüz yapılacakları çok kısıtlı ama gece hayatının maşallah’ı var. İlk gece takıldığımız casino’nun sahibi bize bir kıyak yaparak şehrin en şaşalı gece kulübü olan Bambu’ya giriş yapmamızı sağladı. Şöyle söyleyeyim, mekandaki kişileri ertesi gün Tv lerde gördük. Bundan sonra sorarlarsa Romanya celebrity hayatını bilmiyorum demem.


· Şaka bir yana ben bu bambu gibi mekanı İstanbul’da görmedim. Bu kadar büyük kapalı bir gece kulübü muhtemelen bizde iflas eder. Fakat orada kapıda sıralar oluşuyor. Açılıştaki şovlar gerçekten görülmeye değerdi.


· Bükreş’te ciddi bi Steaua-Dinamo rekabeti var. Genel olarak futbola ilgili bir millet Romenler. İlk defa Doğu Avrupa’da gerilim yüklü bir maç izleyeceğim derken stadı görünce hayal kırıklığına uğradım. Arkadaş WC leri bile yok! Bizim Rock’n Coke da bin lanet ederek girdiğimiz seyyar plastik tuvaletler yerleştirilmiş. Hadi leş gibi olmasına aldırmadan girdin, elini yıkayacak su yok. Büfelerinde tek satılan cips ve kola. Bu bahsettiğim numaralı tribün, yani VIP in yanı!
. Bükreş'te herkes bize hafta sonu oynanacak derbi maçını sordu. Türk futboluna ve kültürüne aşırı ilgililer. Şöyle ki adamların spor kanallarında canlı olarak TSL skorları veriliyor. Bir taksici bize Sivasspor'un geçen sezonki başarısından ve Bursaspor'un bu sezonki çıkışından bahsetti inanamadık.

· Becali, Steaua’nun başkanı. Taraftar adamdan nefret ediyor. Ana sebep adamın Steaua taraftarı olmaması ve kulüple oyuncak gibi oynaması.Kimse onu istemiyor. En son taraftar için çapulcu demiş milletin hepten fevri dönmüş. Bu sebepten dolayı (güya) seyirci takımı protesto ediyor. Tribünlerin yarısından fazlası boştu, olan seyircide maç boyunca başkana küfür etti. Becali ağabeyimiz sayesinde Rumencenin en galiz küfürlerini öğrenmiş olduk. Daha sonra baba ile aynı kumarhanede takıldık…Taraftar cefada sen burada sefada diye bağırıp üzerine yürüyecektim, efendilik ben de kalsın adamlar maç sonunda bizim takımı alkışladı deyip alttan aldım.


· Bir günlüğüne Brasov a iş ziyareti yaptım. Oraların Uludağ’ıymış. Karpatlara araba ile tırmanmak ve öteki Romanya’yı görmek açısından faydalı bir seyahat oldu. Romanya’ya gidilecekse oralara gidilir, gerisi de yalan olur….


· Bükreş öyle bir şehir ki eşe dosta alacak hediye bile bulamadım. Her doğu bloğu ülkesi gibi insanların ruhu çekilmiş. Tepkisiz ve amaçsız gibiler, boş boş etrafta dolanan hayaletlere benziyorlar. Benim Macaristan ve Romanya ziyaretlerim sonucunda netleşen bir fikrim var. Eğer bir gün 3. Dünya savaşı çıkarsa bu ülkeler tarihten silinirler. Hikâyesi olmayan, hiçbir şeyi umursamayan halklar bunlar. Tarihlerinde bağımsızlık savaşları bile yok. Hep birileri antlaşmalarla alıp vermiş bunları.


· Sözün özü: bir daha mecbur olmadığım sürece Bükreş’e gitmem. Gidene de 2 günden fazla kalmamasını öneririm.

12 Ekim 2009 Pazartesi

Sucu'yu uğurlarken...




Papazın Çayırı Öksüz....




2001 yılıydı, Fenerlist’in Cebit fuarındaki standında görevliydim. Yoğun bir gündü, futbolcular standa ziyarete gelip konuşma yapmıştı. Özel koruma görevlisi gibi futbolcuları kalabalıktan korumak için çok fazla çaba sarf etmiştik. Bütün o karmaşanın içerisinde, yorgun bacaklarımın vücudumu taşıyamaz hale geldiği anda, saçı sakalı birbirine karışmış sevimli suratlı aydın görünüşlü birisinin yaklaştığını gördüm. “Merhaba çocuklar, ben Cumhuriyet'ten Mehmet Sucu…gazeteciyim”.


Hani klasik geyiktir, bazı insanlarla ilk defa tanışsan bile yıllardır berabermişsiniz gibi bir sıcaklık hissedersiniz.. İşte Mehmet Sucu böyle bir adamdı. Fenerbahçe üzerine biraz sohbet etmiştik. Anarşist düşünceleri olan, takıma ve taraftarlığa başka gözden bakan birisiydi.
Bizdeki o gençlik heyecanını görüp bombasını patlatmıştı: Çocuklar neden bir taraftar fanzini çıkarmıyoruz? Bizi öyle motive etmişti ki sonuçlarını hiç düşünmeden bu fikri benimsemiştik.
Ben,Onur Tuncer, Hakan Açıkalın, Cengizhan Yeldan ve tabi ki Mehmet Sucu. İlk kadromuz buydu. Fanzinin ismini ben ortaya atmıştım….Papazın Çayırı….


Büyük bir şevkle çalışmaya başladık. Tribünün önde gelen simalarından biri ile röportaj ayarladım. Mehmet Sucu o zamanlar üniversitede ders veriyordu ve bu işlere meraklı bir kız öğrencisi vardı. Bizimle beraber röportaja katıldı, teybine kaydettiği konuşmaları yazıya döktü. Ben sahte isimle Gençlerbirliği deplasmanı yazısı yazdım, Mehmet Sucu yakın arkadaşı Bedri Baykam’dan bir yazı aldı. Onur, takımla beraber kamptaydı ve futbolcuların yaşamından kesit içeren çok güzel bir yazı yazdı.Cumhuriyet gazetesinin arşivlerinden 2 adet güzel Fenerbahçe fotoğrafı bulduk ve dergiye ekledik. Dergiyi oluşturmak için Cumhuriyet'in Cağaloğlu binasında saatlerce çalıştık.Çok güzel bir sayı olmuştu. Trabzon maçından önce eskilerin gazeteci çocukları gibi bütün sayıları elden satmıştık, hatta Kadıköy rıhtımındaki gazete bayilerine verdiğimiz sayılar bile tükenmişti.


Ne yazık ki dergi kimilerini rahatsız etmişti. Bize röportaj veren kişinin bazı sözleri Galatasaray tribününü sinirlendi. Aynı kişi bu lafları söylemediğini ve bizim çarpıttığımızı söyleyince okka altına gitmiştik. İş büyümüş ve istemediğimiz yerlere gitmişti. Bu konuda daha fazla ayrıntı vermeyeceğim. Çok severek başladığımız macera daha ilk sayıda sona ermişti.


İşte Türkiye’nin ilk bağımsız tribün fanzini Papazın Çayırı’nın hikayesi böyleydi…


Yukarıda saydığım isimlerle hala görüşüyorum ama Mehmet Sucu ile farklı bir ilişkimiz vardı. Birçok kez Cumhuriyet gazetesine ziyaretine gittim. Gazetenin taşındığı Cağaloğlu binasında beni ağırlar onun sayfa mizanpajı ile uğraşmasını, diğer gazetecilerle çalışmasını izlememe izin verirdi. Gerçekten işini bilen, saygı ve sevgi duyulan birisiydi. Gazeteyi bitirdikten sonra bir yerlere içmeye gider memleketi ve Fenerbahçe’yi kurtarırdık….


Bir gün sana bir sürprizim var diye telefon açtı. Mecidiyeköy’deki buluşmamıza 2 adet dergiyle gelmişti. Bunlar, kendisinin 1983 yılında çıkardığı “Sarı Kanarya” adlı Fenerbahçe dergisine ait 2 sayı idi. Dergileri büyük bir iştahla incelerken bir tanesini arkasında eski basketbolcumuz Calvin’in Spor Sergi sarayındaki bir fotoğrafını gördüm. Bu fotoğraf İnternet alemlerinde milad oldu ("milyonlarca " bestesi hangi takıma ait tartışmalarına istinaden) .Bu dergileri Mehmet Ağabey den ödünç almıştım. Her konuşmamızda o dergileri benden geri alacağını, hiç heveslenmemi yarı şaka yarı ciddi söylerdi.


Daha sonra gazete Şişli’ye taşındığında, bombalama olayında ve Mustafa Balbay tutuklandığında birer kez daha görüştük..Mecidiyeköy de son buluşmamızda bana hasta olduğunu söylemişti…


Daha sonra gerek iş hayatı yoğunluğundan, gerekse benim ihmalkârlığımdan çok fazla görüşemedik. Bir iki defa kendisini aradım, bana beynindeki tümörü hallettiğini artık iyileşme sürecinde olduğunu söyledi. Onunla ilgili haberleri almaya devam ediyordum, işi bıraktığını söylüyorlardı. Bir gün maçtan önce uzaktan onu gördüm. Saçları dökülmüş, o aydınlık suratlı adam neredeyse 30 yıl yaşlanmıştı..Bir iki defa kendisine ulaşmaya çalıştıysam da başaramadım…

Pazar sabahı kalktığımda Hasan’ın telefonu ile öğrendim durumu.


Herkesin onu çağırdığı lakabıyla “Sucu” gitmişti….


Cumhuriyet Gazetesi, onu tanımakta zorluk çektiğim son fotoğraflarını basmıştı. Bakmaya bile dayanamadım, zaten kendim de hastalıklarla boğuştuğumdan bazı şeyleri kaldıramayacak durumdaydım.


Bu yazı bir veda yazısı değildir. Vefasızlığımdan dolayı kendime kızgınım sadece…

Artık bana; Dev-Sol’un iç yazışmalarını “off the record” olarak okutacak, Fenerbahçe takımında kim solcu kim sağcı geyiği yapacak, Önder Turacı’nın Türkiye’nin en iyi futbolcusu olduğunu iddia edecek, en can sıkıcı şeye bile bıyık altından gülebilecek bir ağabeyim yok…


2006 da ki Denizli deplasmanında; şampiyonluk elden gitmişken, tribündeki türbanlı bir kızın tavırlarını, saatlerce analiz edebilecek kadar bu dünyadan olmayan uçuk kaçık adam gitti artık...


Seninle ilgili söylenecek, yazılacak o kadar şey var ki…


Ama bana söylediğin bir kelimeyi hayatım boyunca unutmayacağım:
“Kerem, ben burada yazı işleri müdürü olduğum sürece Cumhuriyet’te Fenerbahçe aleyhine haber yazdırmam”


Bana öğrettiklerini, benden geri almayı bir türlü başaramadığın dergileri hayatım boyunca muhafaza edeceğim.

Güle Güle Sucu…

5 Ekim 2009 Pazartesi

Hello Adana, Ne Var Ne Yok Orada?...Çok Özledim Laf Aramızda...

Yazmaya çok vakit bulabiliyormuşum gibi bir de bu güneydoğu iş gezisi çıktı. Diyarbakır'da başlayıp Adana'da sona erecek bu 3 günümde; bol bol kebap yemek, senenin son sıcaklarını ensemde hissetmek, verimli bir iş seyahatı geçirmek ve mümkünse açılım hakkında ukalalık edecek doneler toplamak ana hedeflerimdir.
Stay Tuned!

28 Eylül 2009 Pazartesi

İç Mihraklara Alet Olun!



Benim de ara sıra görsellerini kullandığım http://icmihrak.blogspot.com/ adlı siteyi herkese tavsiye etmekten iftihar duyarım...
Gerçekten güzel çalışmalar var.

Sizin Yaptığınızı Çorumlu Yapmaz.


Diyarbakır'lılar bölücü.

Bursa'lılar eşcinsel.

Yozgat'lılar faşist.

Konya'lılar softa.

İzmir'liler gavur.

Tekirdağ'lılar sarhoş.

Kıbrıs'lılar hain...


madem,


Diyarbakırspor'a her gittiği yerde "PKK dışarı" diye bağıranlar da embesil!


KeCe Özdil

Previously on TSL...


· Fenerbahçe son 3 sezondur oyun temposunu kaybetmiş bir takım görünümündeydi, şimdi de bunun sıkıntısını yaşıyor. Takıma yeni isimler de girse hala Deivid, Alex gibi ruhsuzlar, R. Carlos gibi bırakın gideyim cilerle antreman yapılıyor. En önemlisi de şu: ne yazık ki takımda çok mücadele etmenin forma giymek için yeterli olmadığı anlaşılmış durumda. Bununla beraber takım sezon başında iyi çalıştı. Ben 2-3 haftaya gerekli temponun kazanılacağını düşünüyorum.

· Galatasaray ile ilgili sezon başı tahminlerim malumunuzdur. Ben 4-3-3 dizilişi ile takımın çok ters mağlubiyetler alabileceğini iddia etmiştim, tutmadı. Zira GS o dizilişle oynamıyor. Ben geçen seneki futbolla bu seneki arasında bir fark göremiyorum. Aynen sezona bu şekilde fırtına gibi girmişlerdi.

· Medya FR’yi yıkayıp yağlamak için yarış halinde, fakat ben kendisinin takıma kattığı pozitif bir şeyi henüz göremedim.

· Temposuz denilen FB, açık ara ligin en fazla gol pozisyonuna giren takımı. Bir de iyi oynasa ?


· Ben herkesin müthiş dediği Keita’yı hiç beğenmiyorum. Bir kere ayağındaki topların çoğunu rakibe atıyor. Attığı bir iki çalımla herkesi tav etti ama gerisi yok. Bence topu taşıması gereken adam Arda’dır. Keita Arda’dan rol çalmaya devam ederse bu takımı çok kötü etkiler. Olay çalım atmaksa Hasan Şaş’ın ne suçu vardı?

· Fenerbahçe taraftarını bile ikiye bölen hususta hangi tarafta olduğum nettir. Evet ben de Guiza’yı santrafor olarak istemiyorum ama alternatif Semih ise her zaman İspanyolu tercih ederim. Futbol her geçen gün değişiyor. Mesela top class takımların Ömer Üründül gibi futbol cahili TD leri olmadığı için Luca Toni, Yakubu tarzı forvetler hep yedek oturuyor. Hakan Şükür bile bugünün modern futbolunda yeri olmayan bir futbolcu tipi. Artık takımlar hücum hatlarında oyun kurucu özellikleri olan, arkaya sarkabilen, hareketli oyuncuları tercih ediyorlar. Bir müdafa oyuncusu olduğunuzu düşünün. Arkasına geçip orta sahaya kadar ittirebildiğiniz, hantal ve driplingi olmayan Semih ile mi oynamak istersiniz yoksa her şeye rağmen pozisyon bilgisi çok iyi olan, sinsi, tek hat üzerinde oynayabilen Guiza ile mi? Bakınız açık söyleyeyim, bugün TSL de, Guizayı oynattığını sürece hiçbir rakip stoper oyuna giremez. Hatta orta sahaya destek verip alan daraltamaz. Her an Guiza’yı arkama kaçırırım korkusuyla bütün maç ı diken üzerinde geçirir. Guiza’nın beceriksiz olduğunu kabul ediyorum. Daha iyi bir forvet oyuncusunu ben de isterdim. Fakat Semih, bu oyun yapısı ile rakip sahaya yerleşip yüklenen takımların son dakika golcüsü olmaktan öteye gidemez.
Bir soru: BJK maçına hangi futbolcuyla çıksanız futbolcusundan taraftarına rakip camiayı sevindirirsiniz?

· Yukarıda yaptığım yorumlar Nonda için de geçerlidir. Ne kadar gol atarsa atsın GS’nin forveti Milan Baros’tur. Nonda da son dakika golcülüğünden bir adım öteye gidemez.

· Leo Franco henüz şöyle bir kontra top yemedi. Şimdilik kaleci şansı iyi gidiyor. Bir hata da yapmadı. Fakat hala ne olduğu belli değil. Volkan ise bu sene müthiş gidiyor. Verdiği kilolar sayesinde daha da hızlanmış.

· Mehmet Yılmaz çok çalışkan bir oyuncu. Başta Fenerbahçe olmak üzere büyük takımlara da golleri var. Değeri bilinememiş işini yapmaya çalışan bir futbol emekçisi profili. TS’li Gökhan’dan hatta Nobre den kötü bir oyuncu mu? Bence değil….

· İstanbul BŞB…bir düşsen de kurtulsak….Seninle beraber tarikatçı TD’nin de tarih olmasını istiyorum…evet istiyorum…

22 Eylül 2009 Salı

I Got Bugs...

Görüldüğü üzere sitenin dizaynı değişmiş durumda. Bunda ısrarla katkılarını beklediğimiz King Jeremy'nin parmağı var...
Tahrik olsun diye aylardır burda BJK'ye sallıyorum hala tık yok.
Neyse ki siteye el atarak bir yerlerden başladı.
İlk yazısının konusu bile belli aslında.. bir yazsa, Bursaspor ismini Altıparmak veya Çekirge diye değiştirecek...daha ne diyeyim size...

Ona hasretimizi Ahmet Arif' in dizeleri ile cihana haykıralım:

Gözlerinden,
Gözlerinden öperim,
Bir umudum sende,
Anlıyor musun ???

Hiçbir Şey Olamıyorsan Tutarsız Olma



Bizim ortaokul yıllarımıza tekabul eden 90 lı yıllar, Amerikan tarzı hard rock la tanışmamıza vesile olmuştur. Öyle ki ,bu gözler Türk rock aleminin Metallica vs Megadeth tarzı kutuplaşmalarına bile şahittir.

Bütün bunlarla beraber Guns'n Roses in yeri benim ve çevremdeki insanların nazarında her zaman farklı olmuştur. Türkiye'deki ilk konserlerine gitmiş, 4 sene önceki Axl solosu için gün saymış biri olarak kendi adıma büyük bir karar aldım.(Sahi Axl ne posta koymuştu Deniz Akkaya'ya!)

Her fırsatta anti faşizm nutukları atan ben, yukarıda izlediğiniz şarkıya sahip bir grupla olan bütün ilişkilerimi askıya alıyorum. Her ne kadar WAR bu şarkıyı büyük bir bunalım altında yazdığını iddia etse de, hatta grup bu şarkıyı hiç bir konserinde canlı olarak söylemediyse de kararım kesindir. Yukarıya eklediğim kayıtları internette bulabildiğim tek canlı performans. Görüldüğü üzere bir redneck barında, seyirciyle interaktif olarak ırkçılık yapılıyor. Sonra neymiş, biz onu kastetmemiştik!

Benim bu şarkıyı müzikal olarak çok sevmişliğim, hatta muhtelif rock barlarda gruplara istek yapmışlığım da vardır. Fakat bu şekilde bir kör gözüne parmağı artık kabul etmiyor ve haklarındaki müsbet düşüncelerimi donduruyorum. Artık ortamlarda Estranged, Rocket Queen, Welcome to the Jungle çaldığında en fazla kolpadan eşlik ederim o kadar.

Ya işte böyle güneyli krolar, beni kaybettiniz ya derdinize yanın. Aşağıya da makara yaptığınız şarkının sözlerinden bir bukle yazayım da bilgilendirici olsun

immigrants and faggots

they make no sense to me

they come to our country

and think they'll do as they please

like start some mini iran,or spread some fuckin' disease

they talk so many goddamn ways

it's all greek to mewell some say i'm lazy

and others say that's just me

some say i'm crazy

i guess i'll always be

but it's been such a long time

since i knew right from wrong

it's all the means to an end, i

i keep it movin' along


19 Eylül 2009 Cumartesi

Kimse duymadan ölmeliyim.


...

ağzımın kenarındabir parça kan bulunmalı.

beni tanımayanlar;

"mutlak birini seviyordu" demeliler.

tanıyanlarsa;

"zavallı" demeli, "çok sefalet çekti"..

fakat hakiki sebep,

bunlardan hiçbiri olmamalı..

18 Eylül 2009 Cuma

Sevmiyorum...#2

Sevmediğimi gururla itiraf ettiğim şeyleri yazmaya devam ediyorum. Utanmam sıkılmam yok. Beni benimle bırakın giderken…

Pazar Sabahı Kahvaltıları: Bir gece önce geç yatmışsın, bütün haftanın yorgunluğu üzerinde ve belki biraz da alkol almışsın.. Ama ne yazık ki karışı cins ile pazar kahvaltısına gitmek durumundasın…

İlk olarak uykulusundur ve bütün hafta o anın hayalini kurduğun için sinirlisindir…
Gideceğin yer boğaz taraflarındaysa eziyetlerle dolu bir Pazar sabahı seni beklemektedir. İlk olarak arabanı koyacak yer bulamazsın, bulsan da İstanbul’un en yüksek park ücretini ödersin.

Zor bela yer bulduğun çay bahçesinden bozma bir mekânda, iyi sunulmuş fakat kalitesizlikte sınır tanımayan malzemeleri sindirmek zorundasındır. Üstüne üstlük eve döndüğünde ne yediğini bile hatırlamazsın, zira bütün o şaşaya rağmen aslında çok az şey yiyebilmişsindir. Garsonlar yüzüne bakmaz, bir çay yarım saatte gelir. Bayat ekmekler kızartılır önüne konur, reçeller bildiğin şekerlenmiştir.

Hesap aşaması en acıtan kısımdır…Denize nazır mükellef bir masa kurabileceğin parayı, 2 tane içi geçmiş zeytine verirsin.

Bitti mi? Tabî ki hayır…bir de bunun eve dönüş faslı var. Hele hava güzelse, boğazın o malum trafiği ile cebelleşirsin.

Eve geldiğinde açsındır ve uykun vardır. Pazar sabahlarını anlamlı hala getiren, kahvaltı sonrası 1 saatlik kestirme tribini yaşamamışsındır. Pazartesi sendromu üzerine çöker, EPL izlemek bile psikolojini düzeltemez.

Kızların Bekarlığa Veda Partileri: Güzel bir eğlence yerindesin, içiyorsun... Bir anda kafasında peri tacı olan, elleri kınalı, onlarca kız çığlık çığlığa mekanı basıyor….
Evet kızların bekarlığa veda partilerinden bahsediyorum!

Bu memlekette bir dizi film yasaklanacaksa, bu Sex and the City” olmalıydı. Filminin de 2. Bölümü çekiliyormuş. Bakanlığın karar alıp bu filmin ülkeye girmesini engellemesi lazım diyeceğim ama bu saatten sonra nafile. RTE’nin dediğin gibi batının terbiyesini değil de teknolojisini alsaydık keşkem zira ne kadar antin kuntin kız modası varsa, o Carrie denen kemik suratlı çirkin hatundan çıktı(Yalnız kabul etmek gerekir ki, isim yazan kolyeler iyi fikirdi. Bu sayede nice yolda görülen güzel kızların isimleri öğrenildi bedavadan)

Neyse konumuza geri dönelim efenim. “Bu akşam deli gibi coşucaz, kurtlarımızı dökücez” modeliyle mekanı basan ablalarımız, etraftaki insanları hiçe sayarak coştukça coşarlar. Bütün hayatları boyunca hanım hanımcık takılmalarına rağmen, bir arkadaşlarının gerdeğe girecek olmasını zincirlerini koparmaya bahane sayarlar. Küfürün, sex on the beach in bini bir paradır.

Birbirlerine sıkça “abi” şeklinde hitap ederler ve “woo girl!” kişiliklerinden zerre taviz vermezler.
Bir de bunlarda “erkeklerden nefret ediyoruz abi” tribi vardır ki hiç anlamam. Kardeşim, arkadaşınız ertesi gün bir tanesi ile evlenecek. Neyin hırsındasınız allasen !

Bakınız erkeklerin veda partileri genel hal ve tavırlarıyla gayet örtüşür. Organizasyon, evlenmeden önce 2 çıplak et görelim” mantığına dayanır. Genelde evde veya otel de yapılır, kimseler rahatsız edilmez. Kabul, ayılıktır ama daha samimidir J

Hadi size bir yazar kıyağı. Bu ömür törpüsü organizasyonlara şahit olunacak yerler genelde Karaoke barları ve Al Jamal gibi hadiseye kişi başı 200 tl sıkıştıran mekânlardır.
Uzak durun mutlu kalın!

Komik” Radyo Sabah Programları:Hayatım boyunca radyodaki sabah programlarına gülen birisi olmadım. Bunu övünmek için söylemiyorum, zira kendim de işe giderken Açık Radyo-Ömer Madra dinlemiyorum. Hatta sık sık spor radyosu da dinlemekteyim (kafamı dinlendiriyor!)

Fakat malum şahısların arkada gülme efektli programlarına da kılım bu böyle biline.
Hayatım boyunca bir Nihat Sırdar ile coşamadım, Geveze ile hayallere dalamadım diye de eksiklik hissetmiyorum.

Ayrıca bu arkadaşların toplumsal olaylar üzerine böyle birden ciddileşerek yorumlar yapmalarına da ayar oluyorum. Hayır, biz de burada ahkâm kesiyoruz ama bunun için para almıyoruz. Kardeşim senin hayat görüşün nedir, bildiğin şaklabansın sen yahu….

Sabahları NTV Radyo’nun “İşe Giderken” adlı programı da, iş yerinde internetten saatlerce gazete okuyacak vakti olmayan arkadaşlarıma önermeyi de kendime borç bilirim.

Candan Erçetin: Evet geldik serinin bu bölümünün kerameti anlaşılamayan şarkıcılar alt başlığında inceleyeğimiz şahsa. Bir kere şunu söyleyeyim bu yaptığım yorumlarda Candan Ablamızın Galatasaray’lılık kimliğinin etkisi yoktur. Zira bize göre kendisinin bu kadar tepemize çıkmasının sebebi zaten bu kimliktir.
Fare viyklemisi gibi bir ses, balans ayarı kaçmış bir çene., her şeyi ben bilirim tavırları. Sertap Erener için yazdığımız sanatsal kabızlık, aynen bu ablamız için de geçerlidir ayrıca.
Zamanında gece klüplerinde şarkı söyleyenlere laf atmıştı da, sanırım Arto buna okkalı bir cevap yapıştırmıştı, “bizim de zengin bankacı sevgilimiz olsa biz de çalışmayız” diye.
Bu zamana kadar yaptığı tek ilgi çekici çalışmanın İstiklal Caddesinde çektiği klip olduğunu söyleyebilirim.

Sahi ya ne oldu o gönüllü sakallı korumaya? Afiyettedir işallah bu aralar…

16 Eylül 2009 Çarşamba

1....


Yanlış bilmiyorsam bu sene BJK’nin kazandığı resmi maç sayısı bu….

Bir takım bu kadar kendini parçaladığı bir maçta, bir tane kale önü tehlikesi bile yaratamıyor ise üzerine düşünmek lazım.
GS ve ManU da aynı taktikle başarıya ulaştılar. 3. Bölgede BJK ye istediği kadar pas yaptırıp rakiplerini iyi oynuyor gibi gösterdiler. Beşiktaş; kadrosunda Guiza gibi alan değiştiren, defansın arkasına sarkan hareketli bir ileri uç oyuncusu olmadığı (başka bir deyişle herkes Semih gibi ayağına top istediği) ve hatta başta Yusuf olmak üzere takımın uzaktan şut ile alakası olmadığı için, maç içerisinde yarım pozisyona bile giremedi.

Beşiktaş’ın bu maç ile ilgili tek tesellisi, ManU forvetinin beceriksizliği ve Rooney’in formsuzluğudur. Ha! Bir de eğer golü daha erken yeselerdi “ çok iyi oynadık, yenildik ama ezilmedik” edebiyatı da tarih olurdu.

Son söz de Türkiye’nin “en iyi” taraftarı olan çarşı’ya. Takım hala gol atamamışken, ManU cayır cayır üzerlerine gelirken Dale tezahuratına başlamak gerçekten müthiş bir destek biçimiydi. Beşiktaş taraftarı masturbasyon yaparak İnönü’yü cennet bahçesine çevirmeye devam ederse, son yıllarda derbilerde en başarısız takım olma üzerine daha çok kafa patlatır.

6 Eylül 2009 Pazar

Yorumsuz...


O atkıyı Lucarelli'ye tutturan ADS'ye de, Adana'ya da selam olsun...

Olur Arada...


VÖ'yü severim..

Bir çok kişi antipatik bulmasına rağmen yazdıklarına da gülerim.

Tek kişilik gösterisine gitmişliğim, karşılıklı bira kaldırmışlığım vardır. Antipatiktir... kabul, ama zekidir de...

Beşiktaşlıdır, iyi taraftardır. Öyle fanatiktir ki, yaptığı en kötü şey Beşiktaş için yazdığı şiir kitabıdır.

Ne var ki aşağıdaki satırları da yazan o'dur.
Aldattığı karısının kendisine boşanma davası açmasına müteakip bir kin kusma.

Olayı Human Nature boyutuna taşımış.İnsan canı yanınca saçmalar. Fakat en büyük hatalar birisinin canını yaktığını bildiğin an yapılıyor. Yazı eskilerden, ama onu Manga'nin klibinde izlerken bile aklıma hep bu satırlar geliyor.


Bunu okuyan çocuğunun annesi, sana bir daha saygı duyar mı be Vedat Abi?


karımdan resmen boşanıyorum... benim de gündemim işte bu! davayı karım açtı... Çünkü çok haklı...
e, n'apiyim, ben de doğamı yaşadım... sömürgeci icadı tek eşliliğin ta. a...yim! zaten evlilik çocuk için yapılır... o da var, allah'a emanet...
durduk yerde hak etmediğim halde ben 'zalim' o da (yine hak etmeden) 'mazlum' olacağına, boşanalım gitsin o zaman ulan!
yancı karakter olmadığım, mağarada bekleyip ava çıktığım, afedersiniz penis sahibi olduğum için özür mü dileyeydim?!... ('karşılıksız sevgi, güçsüzdür', ayrı)
oğlum benim soyadımı ve genlerimi taşıyor, hep de taşıyacak... nasipsiz, mutsuz ve çilekeş olmadığım için af dileyemem... akrep burcuyum işte, buyum ben... yancı cüceleri, maddiyat yavşağını ve yarım akıllıları iplemiyorum!..."

1 Eylül 2009 Salı

Babalar ve Oğullar





İnsan kendisini ne kadar güçlü hissederse hissetsin, hayat hep en pis yerine indirip acıtmayı biliyor. 2 senedir babamın yaşadığı sağlık durumları, bu gerçeği her defasında yüzüme vurdu ve vurmaya da devam ediyor. En büyük mutluluğumuz bile sevdiklerimizin sağlığı kadar ince bir pamuk ipliğine bağlı.

Ankara ziyaretimin akşamında ,otel odasında sıkılırken ,hasbelkader “Babam ve Oğlum” u bir kez daha izledim. Baba özlemiyle yazılmış onlarca eser varken bir babanın oğlu için hissettikleri beni bir kez daha hüzünlendirdi.

Benim de aklıma hemen 2 tane "Baba Yazısı" geldi.... Belki çok bilinen şeyler, ama bana hissettirdikleri için hatırlatmaya değer buldum.

İlki Ümit Yaşar Oğuzcan’ın, kendini Galata kulesinden atıp intihar eden oğlu Vedat için yazdığı şiir.

İkincisi ise Beşiktaş’a yalandan 2 şampiyonluk kazandırmasına rağmen çok sevdiğim Cenk Koray’ın, kollarında ölen oğlunun ölümünün kendinde hissettirdiklerini anlattığı satırlar...

GALATA KULESİ

6 haziran 1973
pırıl pırıl bir yaz günüydü
aydınlıktı, güzeldi dünyabir adam düştü o gün galata kulesinden
kendini bir anda bıraktı boşluğa
ömrünün baharında
bütün umutlarıyla birlikte
paramparça oldu
bir adam düştü galata kulesindenbu adam benim oğlumdu
gencecikti vedat
işıl ışıldı gözleri
içi
bütün insanlar için sevgiyle doluydu
çıktı apansız o dönülmez yolculuğa
kendini bir anda bıraktı boşluğa
söndü güneş, karardı yeryüzü bütün
zaman durdu
bir adam düştü galata kulesinden
bu adam benim oğlumdu
"açarken ufkunda güller alevden"
çıktı, her günkü gibi gülerek evden
kimseye belli etmedi içindeki yangını
yürüdü, kendinden emin
sonsuzluğa doğru
galata kulesinde bekliyordu ecel
bir fincan kahve, bir kadeh konyak
ölüm yolcusunun son arzusuydu bu
bir adam düştü galata kulesinden
bu adam benim oğlumdu
küçücüktü bir zaman
kucağıma alır ninniler söylerdim ona
uyu oğlum, uyu oğlum, ninni
bir daha uyanmamak üzere uyudu vedat
6 haziran 1973
galata kulesinden bir adam attı kendini
bu nankör insanlara
bu kalleş dünyaya inat
şimdi yine bir ninni söylüyorum ona
uyan oğlum, uyan oğlum, uyan vedat.
Ümit Yaşar Oğuzcan


Sizin hiç canlı canlı kolunuzu kestiler mi? Hiç elinizi uzattınız mı ocakta yanan ateşin üzerine?Demir tokmakları, başınıza başınıza indirdiler mi iri yarı adamlar?Gözü dönmüş birileri kırdılar mı parmaklarınızı? Tel örgülere takıldı mı sırtınız yerlerde sürünürken?Birisi gelip kolunuzu kıvırdı mı arkaya, zorlayarak "çat" diye kırıverdi mi?Çaresizlik denilen; çaresi bulunmayan tek gerçek, sarıldı mı boğazınıza?Adamın biri gelip iki gözünüze iki parmağını sokup, kör etti mi sizi?Büyük değirmen taşlarını getiripkoydular mı üzerinize, sırt üstü yatarken?iyice bilenmiş bir bıçağı böğrünüze sokup çevirdiler mi 360 derece?Ayağınız kayıp yola düştünüğünüzde,bacağınızın üzerinden hiç kamyon geçti mi?Su diye size uzatılan bardağı kafanıza diktiğinizdeiçinde asit olduğunu fark ettiniz mi? Demir bir çubuk boğazınızdan girip boyununuzun arkasından çıktı mı hiç?Yolda sessiz sakin yürürken, aniden birisi gelip suratınızın en ortalık yerine muhteşem bir yumruk savurdu mu?Balkondan düşen koca bir saksı, tam kafanızın ortasına indi mi?Evinizin alev alev ateşler içinde yandığını seyrettiniz mi?Bir insanın sel suları içinde çırpına çırpına can verdiğini gördünüz mü?

Cenk Koray