28 Aralık 2010 Salı

Al Benzinini HES'tir Git...

Alışveriş merkezleri, her ne kadar hiçbirimiz hakkında sitayişle bahsetmesek de, hayatımızın bir parçası oldu. Bu merkezlerin otoparkına girerken arabalara yapılan gayri medeni aramaların ne kadar sinir bozucu olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Peki ne arıyor o kraldan çok kralcı geçinen güvenlik görevlileri arabalarda? Sadece bagaja ve ayna ile arabanın altına bakmanın ne gibi bir güvenlik prosedürü ile alakası var?

Artık çoğumuzun bildiği üzere, arabalarda bakılan şey takılı bir gaz sisteminin olup olmaması, yoksa  bir teroristin komidine saklayabileceği ve İstanbul’un yarısını havaya uçurmaya yetecek C-4 kimsenin umurunda değil.

Değil ki bakmıyorlar…

Hatırlayan varsa söylesin, en son ne zaman gazlı bir arabanın patlayıp, umuma açık bir mekana maddi manevi zarar verdiğini duyduk? Oysaki ben, sıkça yanan benzin istasyonları ile ilgili haberleri okuduğumu hatırlıyorum.

Ya da böyle vakalar varsa bile, bu benzinli arabaların çıkardığı sorunlardan fazla mıdır?

Soruyu başka şekilde soralım, yıllardır gazlı sisteme geçişlerin otomobillere ne kadar zarar verdiği söylenir durur, kaç tane gaz kullandığı için katastrofik olaylarla karşılaşmış sürücü ile tanıştınız?

Bugün Hyundai gibi birkaç markanın tamamen fabrika garantisiyle ürettiği gazlı modeller var. Ama bu araçları, gerek vergilendirme adaletsizliği gerekse toplumdaki “gazlı araç sahibi insan ucuzcudur, magandadır” önyargısı yüzünden piyasaya sürmekten imtina ediyorlar.

Düşünsenize sizi alışveriş merkezlerine bile almıyorlar!

Aynı şekilde Japon Üretici Firmaların yurtdışında gayet güzel sattıkları hibrid arabaların, sadece yüksek vergiler nedeniyle Türkiye’de piyasaya süremediği bilinen bir gerçek. Hatta ilgili bakanın, bu politikanın bilinçli yapıldığını, zira devletin benzinden çok fazla vergi aldığını ve bundan vazgeçemeyeceklerini açıkça söylediği dahi iddia ediliyor.

Bu otomobildeki yakıt sistemleri konusuna tekrar dönmek üzere ara verelim ve diğer konumuza geçelim.

HES (Hidroelektrik Santral) mevzusu bir süredir gündemi meşgul etmekte. Muhtemelen bu konuda basında çıkan haberleri okuduğunuzda çok fazla sinirleniyorsunuz, zira katledilen doğa, ölen hayvanlar, değişen iklimler mevzu bahis ise, bundan etkilenmemek imkansız.

Ben, bu santrallerin inşasına mal tedarik eden bir sektörde çalışıyorum. Bu güne kadar on kadar HES Projesine mal sattım, dört tane projenin de şantiyesini bizzat görme fırsatım oldu. Bugün hali hazırda üç tane işleyen santralde emek ve tecrübem var.

Bu konuya girmemin sebebi bugün yaşadıklarım. Sektördeki en büyük rakiplerimizden birinin Genel Merkezinin önünde yaklaşık on beş gündür şiddetli eylemler gerçekleşiyor. İki Firmanın arasında yaklaşık 100 metre olduğundan dolayı ben de bu eylemcileri her gün gözlemliyorum. Rakibimizin, lisansı kendisine ait olan ve Loç Vadisine kurmayı düşündüğü santrali ellerindeki dövizlerle protesto ediyorlar. Büyük çoğunluğu kadın olan bu güruh, genciyle yaşlısıyla yılmaz bir şekilde, rakibimizi cadde ortasında kalaylıyor.

Birkaç defa bu aktivistlerle konuşma fırsatım oldu. Tabi ki tamamen yoldan geçen bir bankacıymış gibi davranarak. Konu hakkında fikri olmayan vatandaş misali bilgi almaya çalıştım. Bu iyi niyetinden şüphe duymadığım arkadaşlarla ilgili olarak gördüğüm şuydu.

1) HES’in ne demek olduğunu tam olarak bilmiyorlar

2) Bir HES inşaatının nasıl yapıldığı hakkında en ufak fikirleri yok.

Birilerinin yönlendirmesi ile doğru olduğuna inandıkları şeyi büyük bir fedakarlıkla uygulamaktalar. Aynen zamanında Bergama’daki halk gibi…Hani yıllar sonra yurtdışındaki altın baronlarının kışkırtması ve nemalamasıyla o eylemleri yaptıkları ortaya çıkan halk…

Son yıllarda çıkan bütün büyük savaşların temelinde de, Türkiye’nin boynunda duran kılıcın üzerinde de enerji problemi olduğu gün gibi açık iken, en az bedel ödenecek çözüm yöntemlerinin uygulanması kaçınılmazdır. Hiçbir kimyasal atığı olmayan, tamamen doğal yollarla elektrik üreten, sanayi olarak fakir bölgelerde istihdam yaratan, asla basında abartıldığı kadar yeşil katliamı yapmayan bu projeler Türkiye’nin geleceğidir.

Besmele çeker gibi doğaya karşı sorumluluklarını andığımız İskandinav Ülkeleri, baştan aşağıya HES projeleriyle doludur.

Tabi ki derelerden toplama havuzlarına alınan miktar, kuyruk suyu aşamasına kadar hattaki debiyi azaltmakta. Bu da ödenmesi gereken bir bedeldir. Çünkü ülkenin bu problemi bedel ödenmeden çözülmez! Kaldı ki ciddi yatırımcılar özel uygulamalarla ekolojiye yaptıkları etkiyi minimuma indirmeye çalışmaktadırlar.

Bakınız başka büyük bir yatırımcı, ki aktivistler tarafından ciddi şekilde protesto edilmektedir, Aksu Vadisine kurduğu santral için yaptığı çalışmaları nasıl özetliyor:

• Yatırım sürecinde Hacettepe ve Erzurum Atatürk Üniversiteleri gibi akademik kurumlarla işbirliği yaptık, sivil toplum örgütlerinden görüş aldık.


• Bölgedeki yaban hayatının çalışmalardan etkilenmemesi, yaban hayvanlarının dere havzasına daha rahat inebilmeleri için özel yollar yaptık.


• İnşaat molozlarından ötürü öldüğü iddia edilen balık örnekleri, Tarım Bakanlığı’na bağlı veterinerler tarafından incelendi ve söz konusu havzada daha önce de görülen bakteriyolojik bir hastalık nedeniyle öldükleri tespit edildi ve raporlandı.


• Çevre Bakanlığı’na verdiğimiz taahhüt doğrultusunda balıkların korunması ve göç edebilmesi için özel balık merdivenleri kurduk.


• Aksu nehrindeki hayatın devam edebilmesi için gerekli olan ‘can suyu’ oranını Çevre Bakanlığı’na verdiğimiz taahhüt gereği aylara göre değişen oranda, % 10 – 30 arası suyu akarsu yatağına bırakacağız.


• Proje kapsamında kayıtlı olan 246 adet ağacın kesimine karşılık, Orman Bakanlığı’na 86 bin ağacın dikilmesi için gerekli olan fonun ödemesini gerçekleştirdik.


• Projenin başlangıcında köy yollarını ve ev duvarlarını güçlendirici ve düzenleyici uygulamalar yaptık.


• Vadinin içinde yapılmakta olan enerji nakil hattı yüksek değil, orta gerilim hattıdır. Bu hatların şartnamelere uygunluğu ve sağlığa zararlı olmadığı yasal olarak teyit edildi. Hattın çok küçük bir bölümünde güzergah planını köy halkının mutabakatını alarak yerleşim bölgesinin en yakın 40-50 metre uzağında konumlandırdık. İddia edilen 154 kV’lik yüksek gerilim hattını vadinin dışında yerleşim bölgesinden çok uzaktan geçecek şekilde planladık.

Büyük çoğunluğu Türk Müteşebbislerden oluşan yatırımcılara, Rahmetli Uğur Mumcu’ya atıfta bulunurcasına saldırmak acımasızcadır. Tabi ki burası Türkiye ve yapılan her iş suiistimal edilmeye müsait. Her projenin çevre bilinciyle takip edilmesi ve bir hataya karşı bütün kamuoyunun uyarılması bütün vatandaşların asli görevidir. Ama konuyu “HES’lere karşıyız !” sloganına indirgemek, Vatan Kurtaran Şaban ahmaklığının bir adım ötesi değildir. Bununla beraber konuyu rasyonel olarak düşünebilen bilim adamları da mevcut, son günlerde birkaç tanesini radyo programlarında dinleme fırsatım oldu. Kendileri; HES’lere karşı olmadıklarını, ama bazı projelerin verim ve doğaya tahribat açısından iptal edilmesi gerektiğini söyledi. Bu konuda haklılar, gerçekten sadece birilerine peşkeş çekilsin diye lisans verilmiş bazı projelerin ivedilikle iptali gereklidir. Bu konunun başka bir boyutudur. Eğer eylemciler meseleye bu açıdan yaklaşsalar emin olun ki bu memlekete daha fazla yararları dokunacak.

Son benzin zamlarından sonra durmadan tanıdıklarımdan protesto mailleri alıyorum. Konular “Geçen sefer protesto edemedik bu sefer şöyle yapacağız” minvalinde. Yapamazsınız, yaptırmazlar, zira sizin bu eylemleriniz petrol baronu medya kuruluşlarında yarım ağızla yer bulur, arkanızda sizi organize edecek doğalgaz tekelcileri de olmaz. Üç gün sonra unutur hayatınıza devam edersiniz, sonra Türk Halkının koyunluğundan şikayet eder akabinde de AKP veya CHP’ye oy verirsiniz.

Bu ülkede elektrik kaynaklarını çoğaltmaya ve faturaları düşürmeye yarayacak her hareketin önüne set çekerler ki hibrid arabalar bu vergi adaletsizliğine rağmen tercih edilir olmasın, “adama bak Ferrari’sine gaz taktırmış, rezil etti bizi dünyaya eki eki” haberleri yaparlar ki herkes tıpış tıpış benzinli araba alsın.

Bana benzin protestosu ile ilgili mail atan sevgili kardeşlerim!

Önce o gazlı arabalar neden giremiyor alışveriş merkezlerine onu halledelim, bir bakmışsınız her şey değişmeye başlayacak. Çünkü size komik gelse de, şu an benzin zamlarıyla ilgili yapacağımız en etkili eylem bu olacaktır.

Doğalgaz faturalarından şikayetçi sevgili emekçiler!

Ülkenin kendi enerjisini nasıl üretebileceği üzerine kafa yoralım. Bu coğrafyayı; doğalgaz adaletsizliğine veya son çare olarak nükleer santrale muhtaç etmeyelim.

Ya da siz bana bu mailleri atmayın...Ezber bozmayan esintilere karnım tok çünkü.

20 Aralık 2010 Pazartesi

Biz Hayatta En Çok Babamızı Sevdik...

İki yakın dostun yaşadıklarının benzerlikler gösterdiği sıkça karşılaşılan bir durum. Şüphesiz kendimize yakın karakterdeki insanı kardeş belliyoruz. Hayata bakış açısı bu kadar benzeşince, yaşanılan sıkıntılar da çok farklılık göstermiyor.

Kadim dostumla son günlerde yaşadıklarımız, yukarıda anlattığım benzerliğin biraz ötesine geçti.

İkimizin de babasının aynı anda hastaneye kaldırılması gibi acı bir tesadüf yaşadık.

Yirmi yıl öncesinde, acaba babalarımızdan nasıl izin alırız da hafta sonu okul gezisine gidebiliriz diye kafa patlatan veletler, bugün İstanbul’un iki ayrı ucundaki hastanelerde babalarının başında bekliyor.

Yaşıtlarımın birçoğu, kedinin kıçını görüp yara sanması misali, etrafındaki yeni yetmeleri eleştirip, artık yaşlandıklarını söyleyip duruyorlar. Zamanında bu muhabbetler ile çok dalga geçtim blogda, hala da bu tarz mevzular yapan insanların şımarık olduğunu düşünürüm. Fakat ben ve can kardeşim için, artık biraz daha manevi sorumluluk alma zamanı geldi sanırım.

Değerini anlamak ve ne kadar önemsiz olduğunu fark etmek…Şu aralar algımız, bu iki yafta arasında seçim yapmakla meşgul.

Bu çemberin içinde kalanlarla devam edecek hayat…Sebebini açıklama ihtiyacı hissetmeden...

13 Aralık 2010 Pazartesi

Blog Var Dediler, Geldik....

• Uzun zamandır Fenerbahçe hakkında yazmıyorum. Söyleyecek çok şeyim var, ama kaleme dökmek işime gelmiyor. 2006 da Denizli’de de tribündeydim, geçen seneki malum Trabzon Maçında da. İki olay da benden çok şey aldı götürdü. Dünkü maça baktığımda skora üzülmeyi hakkıyla beceremediğimi fark ettim. Bu başkana, bu taraftara ziyadesiyle yakışır çünkü. Bugün 3 büyüklerin hali, 80 sonrası Türkiye’sini tarif etmektedir. Devletle iş yaparak zenginleşen kalitesiz para babalarının, iktidarlarını devam ettirmeleri için her yolu mubah sayma zihniyetinin bir devamıdır yaşadıklarımız. Yolda görsen selam vermeyeceğin magandaları, sırf parası var diye, canımız kadar sevdiğimiz takımlarımızın başına geçirip adam bildik. Müstahaktır bize. Hatta daha da ileriye gidiyorum ve sevgilisi tarafından terk edilen çapsız kızların, Facebook profillerine eklediği Sıla Şarkısının sözleriyle bitiriyorum: “3 kuruşluk adamları musallat ettik ömrümüze, ondandır böyle dibe vuruşumuz” Yerse! :)


• Geçen hafta Av Mevsimine gittim. Filmi teknik olarak eleştirecek bilgim yok, ama anladığımızı yazmaktan da imtina etmem. Kötü ve sıradan bir senaryo, Cem Yılmaz dışında fecaat bir oyunculuk, çizgi film karakterler (Yahu çatışma esnasında çalan telefonu açıp, kız arkla konuşmak nedir!), filmin hikâyesinin çok rahat tahmin edilebiliyor olması, Battal’ın trajikomik Adana Aksanı, Şener Şen’in skandal oyunculuğu…Yazarsın da yazarsın…Şener Şen filmden önce uzun yıllardır böyle bir senaryoyu bekliyordum deyince biz de gaza gelip gittik. Bu mudur yani! Kendini yenileyememenin zavallılığı… Bunlar hala Türkiye Gençliğini, kendileri gibi, 90 öncesinde kalmış zannediyorlar sanırım. Yeni nesil CSI, Cold Case izleyerek büyüyor efendiler. Yer mi sizin bu hayal kahramanı karakterlerinizi. Bari herkesin yere göre sığdıramadı Türk Dizileri gibi yapsaydınız. Çalsaydınız yani…En azından tutarlı konusu olan bir polisiye izlerdik.…Şener Şen bana 2,5 saat borçlusun…


• Türkiye’de herkes konuşmaya başladı. PKK’lısı da, şeriatçısı da, liberali de, Kemalist’i de, Atatürk Düşmanı da medyada gayet güzel yer bulabiliyor. Bir tek grup için bir şey değişmemiş durumda: Devrimciler. Hala; konuşamıyorlar, dertlerini anlatamıyorlar hatta medya suratlarına bile bakmıyor. İki tarafın da işine geliyor bu. Çünkü konuşacakları zaman Kemalizim adı altında uygulanan faşizmden ya da AKP’nin nasıl memleketi USA’ya peşkeş çektiğinden bahsedeceklerini biliyorlar. Çünkü devrimciler egemen güçlerin nefret ettiği bir şeye inanıyor, tam bağımsızlık. İşlerine gelen, onların sesini kısıp, halkın gözündeki bölücü ve anarşist olduklarına dair önyargıların devamını sağlamak. Deniz Gezmiş’in mahkeme savunmasında yaptığı efsane konuşmayı her gün bu milletin gözüne sokmayan medya eksiktir, satılmıştır. İşte bu ahval ve şerait içinde yapılabilecek tek eylem de yumurta atmaktır. O yüzden yumurta güzeldir, candır. Bir şeyler değişene kadar!

• Bir sabah uyansam ve 2 tip insan hayatımdan silinse. –de ve –ki eklerini yazmayı bilmeyenler ve yalnızlık, aşk, güçlü olmak kısır döngüsünde, sanat eseri yarattığını zanneden çapsız internet şairleri. Herkes şiir yazmasın, hele aşk şiiri hiç yazmasın.

• Onu bunu bırakın da, An Mevsimi’ndeki kötü karakterin aracındaki FB plakası neden seyircinin gözüne sokuldu. Tamam, camiada zengin avam popülâsyonu fazladır kabul ettik. Fakat bu yapılan abesle iştigaldir. Ayrıca öyle yüksek yapan üniversite mezunu tıfıl çocuğu cinayet masasına vermezler Yavuz Turgul Efendi.

• Bu çocuk, ay sonunda Fazıl Say prömiyerine gider. Dünyanın durduğu ve salondaki o kalabalığın içinde kendinle baş başa kalabildiğin bir ziyafet. BİFO konserleri beyindeki cerahati temizlemek için birebir. E bu kadar da şirket reklamı yapalım artık.

• Kenan Evren yargılanacaktı, ne oldu o iş?


• start wearing purple wearing purple

  start wearing purple for me now

  all your sanity and wits they will all vanish

  i promise, it's just a matter of time...

10 Aralık 2010 Cuma

Suat (V)

Sabahın ilk saatlerinde bir mezarlıkta sabahlamak…Bir de hava -5 dereceyse!

Dışarıdan bakıldığında delilik gibi dursa da, ateş başında ısınmaya çalışan, yaş ortalaması on yediyi geçmeyen topluluk, halinden memnun gibiydi. İstanbul’un çeşitli semtlerinden gelmiş bu gözü kara gençler, yıllardır bir efsane gibi anlatılan eski hikâyelere benzer bir deneyimin parçası olmak için sabırsızlanıyordu. Bazıları; vücutlarına soğuğa karşı korunmak için sardıkları muşambalarla, kaşkollarını başlarına yastık olacak şekilde katlamışlar ve çalı çırpıdan yaptıkları yataklarında, tipi eşliğinde yıldızsız gökyüzünü seyrediyordu. İçtikleri otla çoğunun zihni yarı bulanıktı.

Aynı saatlerde İstanbul polis telsizlerinden akşamki maçın iptal olduğu haberi geçmişti. O gün maça gitmeye niyetlenmiş kişiler, sabahın erken saatlerinde medyanın duyurduğu bu haberle planlarını iptal etmişlerdi. Görüş alanının sınırlı olduğu bu çetin günde, böyle bir organizasyonun yapılabilmesi mümkün olmayacaktı.

-Bu iyi oldu. Polis dağılacaktır.

Turgut; haberi el radyosundan almıştı ve bu tehirden doğan memnuniyetini mezarlıktaki grupla paylaştı. Hemen karşı tarafla telefon görüşmeleri yapıldı ve mevcut planda bir değişiklik olmayacağı hususunda mutabık kalındı. Fiko, Noel baba edasıyla taşıdığı büyük çuvalın içinden çıkardığı emanetleri gruba dağıtıyordu. Herkes istihkakına düşeni vücudunun bir yerlerine zulalıyor, Fiko’nun motive edici konuşmalarıyla yarı bulanık zihinlerini şartlandırıyordu.

Bu hareketlenmeyi uzakta bir mezar taşının üzerinde oturarak izleyen Suat, soğuktan takırdayan çenesine hakim olmakta zorlanıyordu. Erman bütün gece yanında durmuş, bir an olsun onu yalnız bırakmamıştı. Artık neden orada olduğunu sorgulamaktan vazgeçmişti, ama son seferki gibi günlerini hastanede geçirmeye de niyetli değildi.

-Erman..

-Efendim?

-Bu akşam gelmemin tek sebebi sizi görmekti, başka bir şey değil.

-Biliyorum, sen olmasaydın ben de burada olmazdım zaten. O günler güzeldi ama sadece eski zamanlarda yaşandığı için…

Konuşmalarını Fiko böldü, çuvalda kalanları göstererek “Ağalar ne fısıldaşıyorsunuz, yüklü müsünüz? Boş gitmeyin!”.

Suat cevap bile vermeyerek kafasını çevirdi. Erman gerek olmadığını söyledi. Turgut çılgınca ortalığı turluyor, herkesle ayrı ayrı konuşuyordu. Sayıları 40-50 kişi kadar olan grup, ağabeylerinin her söylediğini yapacak kıvama gelmişti. Bu grubu en az bu kadar daha kişinin katılması muhtemeldi. Turgut, yoldaki bütün grupçukları ayrı ayrı arayıp talimatlar yağdırıyor, polisin ilgisini çekmemeleri için toplu olarak dolaşmamalarını emrediyordu.

Feriköy Mezarlığı yıllar sonra ilk defa böyle bir hareketlenme yaşıyordu.

Turgut, yola çıkarken Suat’ın yanında durmasını istedi. En önde kol kola girip, Okmeydanı’nın arka sokaklarında buluşma yerine doğru hareketlendiler.

Artık sessiz olma vaktiydi. Turgut bağıra çağıra tezahürat yapan gençleri susturdu. Korkanların, içinde en ufak şüphe olanların, kaçacakların şimdiden ayrılmasını söyledi. Bitişik nizam yürüdüğü Suat’a, onun da bir zamanlar bu çocuklar gibi olduğunu söyledi gülümseyerek.

Suat, sağlam durmasının gerektiğini bilerek Erman ve Turgut’un kollarına daha sıkı sarıldı. Arkadaki kalabalığın, mevzu anında, en ön sıradaki lider grubuna göre hareket edeceğini bilecek kadar çok bulunmuştu bu âlemde. Yıllarca sabahçı tayfasının komutanlığını yapmış olmanın deneyimiyle bulundukları konumdan rahatsızlık duydu. Ara sokaklarla beslenen bir yokuşun başındayken, Turgut’u uyarması gerektiğini düşündü.

-Bence burada duralım, arkadan yolu uzatıp öyle gidelim. Bu yol tehlikeli.

Turgut gençlerin yanında kararlarının sorgulanmasından hiç hoşlanmazdı. Suat’a bu karlı havada yokuşa tezgah açılmayacağını, yokuşu çıkmazlarsa buluşmaya geç kalacaklarını söyledi. Suat, eskiden olsa bu hatanın yapılmaması için sonuna kadar mücadele ederdi ama artık umurunda değildi. Turgut’a danışmadan, herkesin gözünü dört açmasını bağırarak salık verdi. Turgut bu durumdan hiç hoşlanmadı, bu talimatları vermesi gereken kendisiydi ama bir şey söylemedi ve grubu buz tutmuş yokuşa doğru yönlendirdi.

Arkadaki grup paltoların içindeki zincirlere, sallamalara ve bıçaklara doğru elini atmış hazır kıta onları takip ediyordu. Suat 20 kilo fazlasıyla artık bu işlerin adamı olamayacağını yokuşu çıkarken bir kez daha anladı. Soluk soluğa tırmanırken büründükleri sessizlik sağ taraftan duydukları bir bağırışla kesildi. Suat’ın korktuğu başına gelmiş, ara sokaktan yokuş aşağı üzerlerine koşan rakip takım çocuklarının tuzağına yakalanmışlardı. Yedikleri bu baskından yara almadan kurtulmaları imkansızdı.

Fiko gırtlağını patlatırcasına dağılmamalarını ve sağlam durmalarını söylese de, bloktan kopan ufak bir grup yokuş aşağıya kaçmaya başladı. Suat üzerlerine gelen grubu karşılamaya çalışan kalabalığın yarattığı momentumla kendini yerde buldu. Eğer eski zamanlardaki rajon değişmediyse, yerdeki kişiye vurulmaması gerekirdi. Yattığı yerden çatışmayı izledi, kalkmaya niyeti yoktu. Buzların üzerine uzanmak, şu an için bulunduğu ortam için en konforlu hareketti.

Yattığı yerden gencecik çocukların birbirini yaralamasını izliyordu. Kötü durumdaki birkaç çocuğa kalkıp el vermeyi düşündü ama ayağa kalkmayı bile başaracağından emin değildi. Sessizce bu hengâmenin bitmesini beklemekten başka çaresi yoktu.

Tam bunlar olurken Erman’ın birkaç kişi tarafından kötü sıkıştırıldığını gördü. Çocuklar onu ortalarına almış, durmadan vuruyorlardı. Boniek eski günlerdeki gibi yıkılmıyor, aman dilemiyordu. Suat, yıllardır unuttuğu bir hisle dolup taştı. Midesinden gelen bir öfkeyle bağırmaya başladı.

Olduğu yerden kıvrakça doğruldu ve görebildiği ilk kalın zincir parçasını eline aldı. Gözlerini kapatmış ve tek bir hedefe odaklanmıştı.

Beş kişilik kalabalığın içine girip önüne gelene vurmaya başladı. Erman koluna girip “hadi gidelim buradan Suat” diyene kadar her şey bulanıktı onun için. Erman’la uzaklaşırken Turgut’la göz göze geldi. Birbirlerine bir şey söylemek gereği duymadılar. Durumun ikisi içinde anlaşılır olduğu açıktı. Hızlıca koşarken son duydukları Fiko’nun bağırışlarıydı. Onları kovalamaya çalışan birkaç kişiyi de etkisiz hale getirdiler. Erman, minnet duygusuyla Suat’ın elini sıktı:

-Suat, gene eski günlerdeki gibi beni bırakmadın kardeşim…

-Her tarafın kanıyor Erman. Okmeydanı Hastanesine gitmeyelim, polise ebeleniriz. Benim tanıdığım bir klinik var, hadi!

-------

Aysel, Uludağ’da kiraladıkları evin şöminesinin başında, İstanbul’daki kar çilesini televizyondan izliyordu. Bir gözü saatte eşinin gelmesini bekliyor ve durmadan babasını soran Petek’i telkin ediyordu. Suat’ı en son 2 saat önce aramış ama kocası telefonunu açmamıştı. İyice paniklese de, üzüntü ve şaşkınlığını belli etmemeye çalışıyordu.

Sessizlik, karları aşa aşa gelen bir arazi aracının, bembeyaz karları çiğneyen tekerlek sesiyle bozuldu. İki kısa korna sesi! Bu Suat’ın tarzıydı!

Aysel sevinç içinde kapıya doğru fırladı. Gülen gözlerle kendisine bakan kocasına sanki aylardır ayrılarmış gibi sarıldı. Suat, Petek’i de kucağına almak için harekete geçtiğinde Aysel’in gözüne arabadaki bir karartı takıldı. Başı sargı içerisindeki bu adamın kim olduğunu sorarcasına Suat’a döndü
-Aysel tanıştırayım….Erman. Kendisi çok iyi ve eski bir dostumdur. Bu sabah buzlanma sebebiyle bir trafik kazası geçirdi. Ben de aldım buraya getirdim. Biraz burada kalıp kafasını dağıtsın diye.

Aysel, Erman’ın gözünün içine baktı ve gülümseyerek elini sıktı.

-Hoş geldiniz, ilk defa Suat’ın eski dostlarından biriyle tanışıyorum. Yemek hazırladım. Umarım bir şey yememişsinizdir ve kayak yapmayı biliyorsunuzdur. Yedek takımlarımız var….



SON