30 Eylül 2010 Perşembe

Suat

- Suat, sen ne diyorsun bu duruma?


Suat oturduğu yerden biraz doğruldu. Uzun zamandır bir toplantıya bu kadar hazırlıksız gelmemişti. Toplantının büyük kısmında anlatılanları dahi dinlememişti. Sadece konunun şirket satın alımlarındaki mali dengesizlik olduğunu biliyordu. Günlerden Cuma, saat 16:00 suları. Toplantıların en aktif katılımcısı, boş bakışlarla kendini iletişime kapatmıştı. Bu sessizliği direktörün de dikkatini çekmiş olacak ki pası ona atmıştı. Sıradan bir muhasebe elemanıyken finans müdürlüğüne kadar gelmesinde payı çok büyüktü. Onun zekâsına, organizasyonuna ve hazırcevaplılığına güvenirdi. Yeni binyıl ile beraber ona sorumluluk verdiğinden hiç pişman olmamıştı. Sene 2002’ydi, artık yeni bir finans dönemi başlıyordu. Suat gibi çalışanlar şirketi daha yukarılara taşıyacaktı.

Suat ise 34 yaşının son demlerinde olduğu bu günlerde artık yorgunluk hissetmeye başlamıştı. Şirkete girdiği ilk günlerdeki azmi ve gözü karalığı yerini daha kalın bir ense, daha büyük bir göbek ve oturaklı bir kişiliğe bırakmıştı. Bazen aynanın karşısında kendini incelerken, takım elbiseli bu yuppie’nin kendisi olduğuna inanamıyordu. Son aylarda bu kendiyle yabancılaşmayı sıkça yaşar olmuştu. Bütün şirketin ona yediemin muamelesi yapması bazen kendine de komik geliyordu. Hey gidi Suat, 15 sene önce böyle birisi olacağını söyleseler ne gülerdin ama.

- Rakamları incelemeden konuşmak yanlış olur, verileri içeren bir tablo yapılmış mı?

Bu Suat’ın en sevdiği tarzdı. Satınalma Müdürünün sözel bir adam olduğunu bildiği için kendi hazırlıksızlığı ortaya çıkmadan saldırıya geçmişti. Satınalma Müdürü, bu konuda biraz daha çalışmaları gerektiğini söyleyip golü yemişti. Doğal olarak toplantı bir sonraki haftaya ertelendi. Suat gene direktörün gözünde; hikâye anlatmayan, analitik düşünen, veriler olmadan kahramanlık yapmayan bir idareci konumundaydı. Toplantı sona erdi, mesai de bitmişti. Zincirlikuyu-Caddebostan yolu yine bütün eziyetiyle onu bekliyordu.

-----

-Aşkııım, Petek’in canı çikolata çekmiş, gelirken alır mısın acaba?

Suat, Aysel ile evliğinin yedinci yılını henüz devirmişti. Hayatları beş senedir kızları Petek odaklıydı. Kızını hayatta her şeyden çok severdi ve Aysel ile çocuk üzerinden sürtüşmemesi gerektiğini çoktan öğrenmişti. Karısının hayatında olduğuna sıklıkla şükrederdi. Şu an baktığında 8 yıl önceki Suat’la, Aysel gibi bir kızın evlenmesi mucizeydi. Hem yetim hem öksüzdü Suat, amcasının yanında yaşayan askerden yeni gelmiş bir iktisatçıydı. Aysel’in varlıklı ailesi, amcasının çok yakın ahbapları olmasa, bu evliliğe onay verir miydi acaba. Babasının ihtilalde evlerinden gözaltına alındığı gün, ki onu son gördüğü gündü, 12 yaşındaydı. Bir daha hiç geri dönmemişti. Devlet cesedini bile vermemiş, gözaltında kaybolduğunu söyleyip başlarından savmıştı onları. Annesi ile yaşlı amcasının yanlarına taşınmışlardı. Fakat annesi babasının acısına daha fazla dayanamayıp ertesi sena vefat etmişti. Acıbadem’deki yaşlı amcası ve yengesiyle yaşayan on üç yaşındaki bir çocuktu artık. Suat, Rıza Amcasından oldukça çekinirdi. Yirmi bir yaşındayken onu karşısına alıp, artık bu şekilde devam edemeyeceğini, hayatına düzen vermesi gerektiğini dikte ettiğinde de, Aysel ile nişanlanmadan önce de, üniversite tercihini yaparken de hep onu dinlemişti. Otoriter bir adamdı, tüm o yaşananlara rağmen devlete laf söyletmezdi. Suat’a hep “devlet baba büyüktür, ona minnet duy” derdi. Koca Rıza Amcası da yoktu artık. En azından öz torunu gibi sevdiği Petek’in doğumuna şahit olmuştu. Onu babası kadar özlüyordu.

Suat, Boğaz Köprüsü’nü geçerken trafik hengâmesini izledi. Bunca insan, iş, para, koşuşturma. Koca Rıza’nın ölüm döşeğinde ona anlattığı hikaye aklına geldi:

Babası, ölmeden önce, oğluna iki mektup vermiş. Vasiyeti, birinci mektubun öldüğünde, ikinci mektubun ise gömüldükten sonra açılmasıymış. Baba, ölünce, oğlu birinci mektubu açmış. Babasının isteği, çorapları ile gömülmekmiş. Oğlu, bu isteği gerçekleştirebilmek için çok uğraşmış ama dini kurallar buna izin vermediği için yerine getirememiş. Gömüldükten sonra, oğlu ikinci mektubu açmış;

"Oğlum gördün mü, bir çift çorabı dahi öbür tarafa götüremiyorsun!!!".

Dikiz aynasından bir kez daha kendisine baktı. Kendisini tanımakta yine zorluk çekti.

Çikolatayı herhangi bir bakkaldan alamazdı. Aysel, konu Petek olunca seçiciydi. Telefonla arayıp bir şey istediğinde Suat’ın bu yükümlüğü gerçekleştirmeme şansı pek olmazdı. Hamile kalmasıyla beraber babasının şirketindeki kariyerine son vermiş, hayatını çocuğuna adamıştı. Petek okula başlayınca eski işine geri döneceğini söylüyordu ama Suat buna ihtimal vermiyordu. Fakat bu düşüncesini Aysel bilmezdi. Çünkü insanları, özellikle de eşini, yönlendirmeye çalışmazdı. Suat iş hayatındaki profilinin aksine, özelinde sessiz ve ılımlı biriydi. Rıza Amcası ölünce, kayınpederinin; Petek’in büyümeye başladığını, o zamanlar oturdukları kira evin küçük geleceğini, Caddebostan’da kendisine ait eve taşınmaları gerektiğini söylediğinde de fazla direnmemişti. Başka birisi olsa bu teklife dört elle sarılırdı. Suat bunun onu daha mutlu biri yapmayacağını daha o günden biliyordu. Rest çekmek de ona bir şey kazandırmayacaktı. İnsanları dinledi ve akışına bıraktı.

Uğradığı büyük süpermarkette reyonların arasında, Petek’in sevdiği ithal çikolatayı ararken saat 20:00 olmuştu bile. Cuma trafiğinde oraya uğramak için bayağı bir zaman kaybetmişti. Markette kendi gibi birçok yalnız erkeğin alışveriş yaptığını gördü. Şöyle bir oturup birkaç dakika konuşsalar hepsinden ne hikâyeler çıkardı acaba! İstediği markayı bulmuş kasaya doğru yürürken arkasından gelen sesle irkildi:

-Suti! N’aber yahu… Hatırladın mı beni?

Suti… Gençlik lakabını duymayalı ne kadar olmuştu. En son üç sene önce Bağdat Caddesi’nde Petek’i gezdirirken rastladıkları Fiko’dan duymuştu bunu. Suat pek oralı olmamış, kısa bir selamlamayla geçiştirmişti. Aysel, Fiko’nun kılık kıyafetinden rahatsız olmuş, nerden tanıştıklarını ekşi bir surat ifadesiyle sormuştu. Suat, ilkokulda aynı sınıfta olduklarını söyleyerek konuyu değiştirmişti.

-Hatırladın mı beni, Erman ben! Boniek Erman!

Üzerinde iş tulumu olan Erman’ı tabii ki hatırlamıştı. 5 senesini beraber geçirdiği birini nasıl unuturdu. Yılların kendisine davrandığı kadar Erman’a gaddar davranmadığını gördü. Biraz dökülse de, sarı saçları hala tiril tirildi. Boniek gibi!

-Hatırladım, merhaba Erman nasılsın?

-Teşekkürler, buranın teknik servisinde çalışıyorum. Seni arkadan gördüm. İlk başta emin değildim ama yürümeye başlayınca tamam dedim. Acıbadem’li Suti’nin yürüyüşü bu! Neler yapıyorsun?

Suat konuyu fazla uzatmak istemiyordu. Erman’la karşılaşmanın sıkıntısı bir yana, eve fazlaca geç kalmıştı. Ailesinden hiç bahsetmedi. Bir şirkette muhasebeci olduğunu söyledi. Erman gülen bir ifadeyle,

-Ne kadar kilo almışsın yahu! Hiç yakışıyor mu? Eskiden ne kadar zayıftın. Hatırlar mısın kovalamalarda en önde hep sen koşardın. Hatta bir gün…

Suat, Erman’ın lafını kesti. O konulara girmesini istemiyordu. Geç kaldığını, eve yetişmesi gerektiğini belirtti. Vedalaştılar. Erman, süpermarket zincirinin elektrik bakım sorumlusu olduğunu, isterse ona merkez ofisten ulaşabileceğini söyledi. Suat kafasını salladı. Erman belli ki onun iletişim bilgilerini almak istiyordu. Suat oralı olmadı, elini sıkıp yürümeye başladı. Erman son bir kez konuştu,

-Suti, artık hiç gelmiyorsun değil mi?

- Hayır, pek vakit olmuyor.

- Anladım, biz bazı çocuklarla hala kovalıyoruz. Sana rastladığımı söyleyeceğim. Çok sevinecekler.

Gülümsedi. Hayatında bir süpermarketten bu şekilde koşar adım çıkacağını hiç tahmin etmemişti. Kendini çok kötü hissediyordu. Bir ara nefes nefese kaldı. Arabaya bindi ve kafasını direksiyona yasladı.

Telefonu çalınca kendine geldi. Arayan Aysel’di. Trafiğin umduğundan da fazla olduğunu söyleyip birazdan geleceğini söyledi.

Kendini toparlamalıydı. Aysel bir şey olduğunu hemen anlardı. Erman ile konuştuklarını kafasından çıkarması lazımdı.

Devam edecek...

Olduğu Kadar

-Aşk insan olsaydı ben Çin olurdum, Sen Londra olsan ben yağmur olurdum. (Kenan Doğulu-“Demedi Deme” adlı şarkıdan)

-Madem eşitlikten yanasın be pezevenk adam! ilk önce karını gönderde eşitlik sağlansın. (Şevki Yılmaz-Gaziantep Belediye Başkanı Celal Doğan’ın şehre genelev açmasını “İstanbul’da var Antep’te neden yok. Eşitlik olması lazım” cümlesiyle savunmasına cevaben.)

-Ne mozaiği ulan! Mermer Mermer! (Alparslan Türkeş- Türkiye’yi bir mozaiğe benzeten gazeteciye cevap olarak.)

-Ben Türk hekimlerine emanet ediniz. (Anonim- Atatürk adına, hekimler için de bir söz söylemiş olsun diye)

-Şampiyonlukta hiç mi katkımız yok Sinan? (Alaattin Çakıcı, 2003 BJK şampiyonluğu ardından, emir eri Sinan Engin’i fırçalayıp hizmetinin karşılığını isterken)

-Bana sağcılar adam öldürüyor dedirtmezsiniz.(Süleyman Demirel-80 Öncesi Sağcılar katliam üstüne katliam yaparken, gazetecilerin sorusuna cevaben)

-Çünkü Türkiye’yi sağ görüşlü bir partinin yönetmesini istiyorum. (Yakın bir arkadaşımın neden AKP’ye oy verdiğini sorguladığımda verdiği enfes cevap)

-Van gölü canavarı CIA denizaltısıdır (Doğu Perinçek)

-Everything is something happened. (Fatih Terim)

-Tanrı zar atmaz. (A. Einstein-Belirsizlik teoremini eleştirirken)

-Miyân-ı güft ü gûda bed-meniş îhâm eder kubhun, şecaat arz ederken merd kıbtî sirkatin söyler (Koca Mehmed Ragıp Paşa)

- Ne Şam’ın şekeri, ne de Arap’ın zekeri. (Anonim)

-Fenerbahçe Ben’im diyor ve bu pazarlığı kabul etmiyorum! (Fenerbahçe Kurucusu ve Genel Sekreteri Ayetullah Bey-1909 Yılında Kulubün düştüğü borç batağından kurtulması için Üsküdar ve Pazaryolu yöneticileriyle birleşme görüşmeleri sırasında, karşı tarafın Fenerbahçe İsmini değiştirme teklifine sinirlenip masayı terk ederken.)

-Gördüğüm en iyi kızılderili, ölü kızılderilidir. (Komaçi Şefi Tosawi- General Sheridan ile tanıştırıldığında yarım yamalak İngilizcesiyle “İyi Kızılderili” diyerek elini uzattığında aldığı cevap)

-Ağa, bu Kızılderili şefi Tosawi. Çok büyük adammış, adının anlamı Gümüş Bıçak’mış. Ben omuzuma dövme olarak onun portresini istiyorum. (KeCe-1996 yılında bir dövmeci koltuğunda tercih sebebini anlatmaya çalışırken)

28 Eylül 2010 Salı

Kırmızı Telefon



Sesi duyduğunda ilk düşündüğü, telefon sesinin nasıl değişken bir etkiye sahip olduğuydu. Görecelik kuramı gibi; beklediğin bir aramaysa dünyanın en güzel sesi, telefon ekranına baktığında için sıkılıyorsa tam bir işkence. Yoksa bir Gestapo Subayı küstahlığıyla, her sabah işe gitmesini emreden sabah alarmı mıydı bu. Aklına günlerden pazar olması gerektiği geldi. Gözünü duvar saatine kaçırdı, 12:45! Bütün gece içtiği için, gene bu saatlere kadar uyuyordu. Evet, bugün pazar olmalıydı. Akşamüstüne doğru berbat şekilde yataktan kalkması, bin bir üşengeçlikle son kalan açmaları almak uğruna mahalle fırınına gitmesi, sonra da televizyonda akşamki Fener Maçını beklemesi lazımdı. Kendi rutininin bozulacağının habercisiydi bu telefon sesi. Söylene söylene yataktan doğruldu..

Telefonu eline aldı. Arayan, bir süredir görüşmediği, yakın bir dostuydu. Bu aranın sebebi bir küskünlük değildi. Hayatının aşkını bulduğuna inanmış birinin, arkasında bıraktığı geçmişin ihmal edilebilir figüranı olmuştu klasik olarak. İlk başlarda hatır sayma amaçlı ruhsuz birkaç telefon konuşması olsa da, yeni dünyasında ona yer yoktu işte. Kızmıyordu, sevgiliye altın tepside servis edilecek ideal bir arkadaş olmadığının farkındaydı. Böyle şeylere üzülmeyi de çoktan bırakmıştı. Telefon ekranına bakarken bunlar geldi aklına. Cevap vermezse yeniden arayacağını biliyordu. Meşgul tonu verirse bu aradan sonra ona tepki koyduğunu düşünebilirdi. En son isteyeceği şey bu olurdu, çünkü gerçekten tek derdi uyumaktı. Keşke telefonlarda, karşı tarafa “seninle konuşmayı çok istiyorum, ama gerçekten şu an müsait değilim” mesajını verecek bir tonlama olsaydı. Telefon sistemleri de bit lerden oluşuyordu işte, 1 veya 0, ortası yok!. -Ne haber? nasılsın? uyuyor muydun? - Hayır uyandım çoktan, sen nasılsın? Bir aptal bile o anki ses tonundan hala yatakta olduğunu anlayabilirdi. Bazı arayanlar bu durumda sonra konuşabileceklerini söyleyip kapatırdı. Arkadaşı yapmadı, onun rahatını bozmayı göze alarak konuyu uzatıyordu. Görüşmek istediğini söylemişti.-Olur! dedi. Belki daha ayık olsaydı bugün ailesini ziyaret edeceğini söyleyerek kibarca ret edebilirdi bu teklifi. Boş anına gelmişti, ne kadar sıkılacağını tahmin edebiliyordu. Zaten ne çektiyse bu boş bulunup ettiği laflardan çekmişti.

--------

-Ayrıldık.

Arkadaşının ne yaptığını bilmez bir hali vardı. Gözlerinin altı uykusuzluktan iyice morarmıştı. Onu uyandırmak için saat 12:45’i bile zor beklemiş olabileceğini düşündü. İlk başlarda adet yerini bulsun diye hatırı sorulsa da, yaşadıklarını anlatmak için yanıp tutuştuğunu sezmişti. Onunla konuşacak fazla bir şeyi olmadığını fark etti.Ortam kasvetli bir hal almıştı. Arkadaşının ızdırabına son vermeye karar verdi. Hiç istemese de sordu

–Eee..anlatsana neden ayrıldınız…?

Daha sonra anlattıklarını pek dinlemedi. Sadece arkadaşını teyit etmesi gerektiği anlarda, söylediklerine yoğunlaşarak “haklısın” dedi. Arkadaşı anlattıkça sıkılıyor, gözlerini marinadaki teknelerden alamıyordu. İçlerindeki insanlar! ne kadar da şanslılar. Bir teknenin, bağlı olsa bile, içinde olabilmek ne güzel bir duyguydu. O an bir tekne sahibi olmanın hayallerini kurdu.

Arkadaşı, en ince ayrıntıları dahi anlatmaya başlamıştı. Hep karşılıklı eylemlerden bahsediyordu. Artık dayanacak hali kalmamıştı ve onun lafını kesti.

–Bu iş uzar gider, olan olmuş. Konuşarak bir şey çözülmez. Umarım tekrar birleşirsiniz ama bence hayırlısı olmuş.

Bu basmakalıp, sırf laf olsun diye söylenmiş sözler bile arkadaşının gazını almaya yetti. Konuyu, sırf arkadaşı vicdanını temizlesin, diye kendi sıkıcı hayatına getirtmeyecekti. Sinemaya gitmeyi teklif etti. Küçüklük günlerindeki gibi, biletçiden en ön sırayı istediler. Kötü bir aksiyon filmini izlemek ve akabinde yorumlamak bile malum konulardan daha eğlenceli gelmişti. Bir ara mutlu olduğunu hissetti. Ne olursa olsun hayatı onunla geçmişti. Arkadaşı sadece mutsuzluğunu paylaşmaya sıra gelince onu hatırlasa da, o bencilce içinde bulundukları durumdan mutluluk duymuştu.

Günler günleri kovaladı. Hep birlikte bir şeyler yapıyorlardı. Arkadaşı, muhtemelen bu can dostunun ona acısını unutturmak için durmadan bir şeyler planladığını düşünüyordu. Fakat durum böyle değildi. O sadece bu sıkıcı konularla muhatap kalmak istemiyordu. Baktığı her yerde eski kız arkadaşını gören biriyle vakit geçirmenin en baş ağrıtmayan şekli, aşırı sosyalleşmekti. Yaz için planlar, yurtdışı seyahat organizasyonları. Tek derdi, arkadaşının içindeki sıkıntının açığa çıkmasını engellemekti.

--------

Tam üç gün olmuş, arkadaşı onu aramamıştı. Normalde ilişkileri zaten bu boyutta olduğu için yadırgamadı. Eski kız arkadaşıyla barıştıklarını anlamıştı.

O pazar gene öğle saatlerinde uyandı. İçinde teknelere bakmaya dair yoğun bir istek hissetti. Sahilde hepsini teker teker inceleyerek hayaller kurdu. Kafasında maliyet hesabı bile yaptı. Başa çıkamayacağını anlasa da moralini bozmadı. Bazı şeylerin sadece hayalini kurabilmek bile güzeldi.

İyice daldığı anda telefonun sesini duydu. Araya O'ydu ve telefonu açtığında neler dinleyeceğini biliyordu. Arkadaşının mutsuzluğunu yönetebilmişti ama bu sahte paylaşıma katlanamazdı. Aynı şeyleri tekrar tekrar yaşayacağını düşündü. Her şeye yeniden başlamanın onu sinirlendirmeyeceğini, sadece sıkacağını tahmin edebiliyordu. Kendine sözler vermeyi çoktan bırakmıştı. Hayatında seçim hakkı olmayan tek insan kendisiydi işte, bu kadar basit…

Sonra arkadaşının hiçbir hissettiğine ortak olamadığını fark etti. Ne üzülmesi ne de sevinmesi, umurunda bile değildi. Artık onu eskisi kadar sevmediğini anladı.

Meşgul tonu verdi…

Saat hala çok geç değildi. Biraz acele ederse Fener’in maçını izlemek için eve yetişebilirdi. Mahalle fırınında yiyecek bir şeyler kalmış mıydı acaba? Şu yeni santrafordan da artık gol bekliyordu.

21 Eylül 2010 Salı

VİETKONG

Hiç Beşiktaş’tan Ortaköy’e yürüdünüz mü…? Tersi istikamette yürümekten farklıdır. .Beşiktaş yönüne doğru yürüyorsanız; mesela işinize gidiyor olabilirsiniz, belki de benim ve tarafımdakilerin hiç ilgisini çekmese de, tuttuğunuz takımın maçı için çocukça bir heyecan içersindesinizdir veya Üsküdar teknesine yetişmenin stresidir adımlarınızı hızlandıran
Hiç Beşiktaş’tan Ortaköy’e yürüdünüz mü…? Kuruçeşme’de gece kulübüne gidiyorsanız zaten arabalısınızdır. Oralarda fazla iş yeri de yoktur zaten… Otobüse binmeye paranız olmasa ve o yolu yürümek zorunda olsanız bile, gene de mutlu eder o asmanın altından geçmek sizi.
Beşiktaş’tan Ortaköy’e yürürken güzel şeyler hissetmeyeniniz var mıdır?

Yarın ne olurum bilmem. Nereye giderim, nasıl bir hayat yaşarım…Hızlı yaşayıp genç de ölsem, kolsuz atletle televizyon başında ömür de çürütsem…Hep yalnızlığı tercih de etsem, çoluk çocuğa karışıp erken rezervasyonla ucuz tatil de kovalasam…Büyük adam da, kadere küfür ederek haksızlığa uğradığını iddia eden kaybedenler kervanında biri de olsam...
En nihayetinde yürüyeceğim o yoldan son bir kez…Her şeyden öte, o an ne hissettiğimden bağımsız, o gelecek aklıma.

Üniversitenin ilk yılları.Nasıl da her şeyi bildiğimizi, herkesi tanıdığımızı zannederdik.
Açıkça tavır alan kızlardandı: Anadolu’dan geldim ama İstanbul’un hakkını verebileceğim yerinde otururum, kendi ayaklarımın üzerinde dururum, en güzel yerde yemek yerim. Yani ben bu şehirde mutlu olabilirim! Peki siz mutlu musunuz ki?
İşimize gelmedi tabi. Zira o zaman; Yılmaz Büyükerşen bu kadar popüler değildi, Mail Büyükerman’ın belediyecilik anlayışı Doğan Medyası tarafından bu kadar pohpohlanmıyordu, Dadı& Es-Es gibi kötü diziler çekilmemişti ve Eskişehirspor 1. Ligde değildi. Bizim orası hakkında tek bildiğimiz Mithat Körler ve çalışmak zorunda kalmamak için dua ettiğimiz Arçelik Fabrikası’ydı. Porsuk’un etrafındaki cafeler ise biz de yazlık disko çağrışımı yapıyordu.

Eskişehir’den gelmiş, bize hayatı öğretmeye çalışıyor. Bırak bu işleri…

Şakalara gülmeyi bilir, hatta beğendiğini üzerine alırdı. Egosu fazlaydı ama aptal insanları ayırt edebiliyordu. Pastoralliği abartırdı. Durmadan; kuşlar, böcekler, tabiat, manzara muhabbetleri yapması sıkıcı ve sıradandı, ama bu Tatar Kızında hiç kimse de görmediğimiz bir naiflik vardı işte!
11 sene boyunca içinde bulunduğu fiziksel şartlardan bir kere bile şikayet ettiğini duymadım. Eskişehir’de ortalama üzeri bir ailenin kızıyken, İstanbul’da boğaz manzarası uğruna elektrik sobalı bir evde oturmayı göze almış bir insandan beklenecek de buydu.
Zaman içerisinde o derme çatma evi bir saray yavrusuna çevirdi. Ayrıca, hep istediği ve bence de kendine uygun olan reklamcılık sektöründe çalışmaya başladı. Hepimizin başına gelen onu da en zayıf yerinden vurdu ve duygusallaşmaya başladı gün be gün. O isyankâr tavır, başkalarının sorumluluklarıyla törpülenmeye başlamıştı. Onu hep kızdırdığım gibi (ne yazık ki doğru!) ,daha fazla ılımlı ama daha az yönlendirici bir insana dönüştü. Hatta son yıllarda; ne saatlerce manzaraya karşı oturup kitap okuduğundan, ne de güneşin batışını izleyip mutlu olduğundan bahsediyor bana. Sebep benim her defasında dalga geçiyor olmam değil, benim laflarıma takılmaz. Bence artık o da, çoğunlukla, eskisi gibi hissetmiyor.

Bugün baktığımda:
Sadece anlatmak istediği kadar anlatıp, hep büyük parçayı kendini saklıyor olsa da. O sevimli suratıyla bazen insanları, asla kullanmak değil de, manipüle ettiğini düşünsem de. Rahatına düşkünlüğü bazen beni çıldırtsa da. Asla çok hırslı bir insan olduğunu kabul etmek istemese de. Ayakkabı tercihlerini hiç beğenmesem de. Sigarayı bırakmayı bir kere bile denememesi beni çok üzse de. Hayata, hep işine geldiği açıdan bakmaya çalışması ve o deli inadı beni mütemadiyen kitlese de…Hep büyümek için ona ihtiyacım oldu.

Bir keresinde bir film izlemiştim. Dünyanın en aksi, kaprisli ve bencil adamından, bir kadın kendisine iltifat etmesini istiyordu. Adam ilk başta cevap veremiyordu, daha sonra iyice köşeye sıkışınca beni çok etkileyen cevabı vermişti “Daha iyi bir adam olmayı istememi sağlıyorsun”. Benim de, biraz çalıntı da olsa, bunca zaman sonra hep ondan esirgediğim iltifatım budur aslında. O beni hep daha iyi bir insan yaptı. Çünkü o buna değerdi.

İşte bu yüzden; bugün, yarın, 20 yıl sonra veya hayatımın son günlerinde. Onunla hala görüşüyor olmasam da. Beşiktaş’tan Ortaköy’e yürürken, hep daha iyi bir insana dönüştüğümü düşüneceğim. Hep o gelecek aklıma. Ortaköy’e yaklaştıkça minnet duyacağım. Çünkü hep gözü üzerimde olacak, hep kollayacak beni.

İyi ki varsın Vietkong...

20 Eylül 2010 Pazartesi

Beni Yaşamımla Sorgula*



* Bu hayatta; Fenerbahçe-Bjk maçını bile, kombine sahibi olunmasına rağmen, göz ardı etmeme vesile olabilecek arkadaşlarımın olması güzel bir şey. Ne demiştik, insana insan böyle günlerde lazım. Verdik kombineyi, vurduk Ankara yollarına...Sağ olsun arkadaşlar canlı olarak mesajlarla verdi maçın gidişatını. Çok da bir şey kaybetmedik hani...Ulan Fener! sana çok pis laflar hazırladım, bekletiyorum bir yerlerde...

* 2007 Yılında Konya'da bir arkadaşımın düğününe gitmiştim. Orada yaşadıklarımın akabinde bizim malum "Atina'lının" düğününde müzik eşliğinde duvara bakan Yunan'lıları görünce, halkımızın ne kadar oynamaya meraklı olduğuna kanaat getirmiştim. Bu son gittiğim düğün de aynı şeyleri hatırlattı bana. Bizim Karadeniz düğünlerinde anlamsız bir horon vardır (Rize Horonu düşünülenin aksine çok sıradan ve sıkıcıdır), bahsettiğim Konya düğününde inanılmaz bir kaşık havası ritüeli vardı (Oynayanlar durmadan kaşıkları kırıyorlardı, düğün sahibi de hemen yeni kaşığı temin edip oynayanlara veriyordu. Racon böyleymiş!). Bu gittiğim düğündeyse yarı Angara yarı Doğu Aadolu konsepti vardı. Davul zurna ve halay üçlüsü...sen nelere kadirsin...Üç tip düğünü değerlendirme alırsak şu sonuca varabiliriz. En sıkıcı düğünler İstanbul'daki Beyaz Türk Düğünleri! Bir Demet, Serdar çalacak ki coşacaksın...geçiceksin efendi...kafaya kravatın geçirilmediği düğün eksik düğündür...bunu bilir bunu söylerim. (Vedat Özdemiroğlu'ndan: Ruslar için Çaykovski neyse, Demet Akalın bizim için tam tersidir...:)

* Dünya'nın en güzel, en arşivci insanlarında Suner, bana yukarıdaki fotoğrafları mail attı bugün. İlk arabam ve ilk telefonum...Özellikle 96 yılında aldığım, Sahra Telsizi tadındaki Siemens'e dikkat! İnsanın ilk göz ağrısı bir başka olur, fakat sadece o telefonla yaşadıklarımın güzel olmasıdır beni hüzünlendiren. İtiraf etmeliyim ki boktan bir telefondu. Siemens cep telefonlarının neden piyasadan silindiğine cevaptır bu tasarım. Tipe bak! Alsana herkes gibi Ericcson 337, neyin peşindesin be adam! Arabaya gelince...Onu da severiz (Citroen ZX), ayrı. Ama onlarca deneyimimden sonra rahatlıkla söyleyebilirim ki: Fransa'dan ya peynir ya şarap alacaksın, arabasının yanından geçmeyeceksin arkadaş.

* İnsanın Tübitak'ta çalışan arkadaşları olması bir hava sebebi midir? mesela birisine desem ki"Tübitak'ta çok çevrem vardır, her türlü işini hallederim" prim yapar mıyım bu alemde? Beni bilimsel çevresi olan şahşına münhasır biri olarak adlederler mi? İşin gerçeği benim ilgili arkadaşlarla yaptığım sohbetler genelde "hangi ülkede ne ucuza temin edilir?" "Avrupa birliği kredileri nasıl alınır" konseptlerinden öteye geçmiyor. Hayır sağda solda hava yapıyoruz ama altını dolduramıyoruz. En son gittiğimde nihayet söyledim, bari Tübitak Yayınlarından 2 bilimsel kitap ateş edin de evde gösterip mahçup olmayalım sağa sola.

*BTW severim Tübitak'lı Gürcan ile Didem'i...Ankara'nın en güzel yanını almışlar. Anadolu'nun ortasında dingin bir hayat. Memur zihniyetinin ecnebi kültürüyle update edilmiş hali. İstanbul'a taşınmayın! bozarsınız kendinizi...Son bir iltifat, şu ana kadar gördüğüm en sıkıcı olmayan evlilik!..Müzikale gelmesem olma mı?

* Tübitak demişken...Mevcut başkanı, zamanında bizim fakültenin dekanıydı. Tabi biz de her Türk genci gibi 1. sınıfta uzatmışız saçları omuzumuza kadar. Bu arada kalmadı o kültür.Uzun saçlı erkekleri beğenmiyorum diyen hatun ekolüne karşıyız. Türk Genci'nin topluma karşı bir isyan kalesini daha yıktınız, mutlu musunuz? herkes asker traşlı ve sakallı...Bu mudur yani! Neyse, o zamanlar Fakülte Avrupa Kalite Ödülüne aday olmuş. Büyük olay bu, topyekün hummalı şekilde yarışmaya hazırlanılıyor. Herkesin gözü fakültenin üzerinde. Tabi bizim; tek derdi akşam nerde rakı masası kursak olan, makina mühendisliği tayfasının umurunda değil bu çalışmalar. Birinci olursak sağda solda hava atıp pirim yapacağız, o kadar. Bugün bile neden kazanamadık bilmem! Yarışmadan önce bir gün İzmir'li sınıf arkadaşım Özün ile fakülte merdivenlerinde oturuyoruz. İkimiz de Umut Sarıkaya tiplemelerinin hakkını veriyoruz: keçi sakal, t shirt üzeri oduncu gömlek, postal ve tabi ki uzun saç..Makine Mühendisliği öğrencisi olmanın gereği olduğu gibi bir şakalaşma sonucu asıldık birbirimizin at kuyruklarına.İkimiz de yerlerdeyiz! ben diyorum bırak, o diyor önce sen bırak. Yaklaşık 5 dakika yerde hareketsiz kaldık.O sırada mevzubahis dekan üst düzey bir komutana, fakülteyi kalite çalışmalarını göstermek suretiyle gezdiriyormuş. Bir anda karşılarına yerlerde sürünen biz çıktık. Kadıncağız önce bir yutkundu, sonra yanındaki komutana "işte bu da öğrencilerimiz" dedi. Komutanın bakışı unutamıyorum. İlerde askere giderken o adam aklıma gelmişti. Bir denk gelsek "Full Metal jacket" modeli yaşatırdı bana herhalde...Dekanı ondan sonra her gördüğümde de yolumu değiştirdim. O işi de o şekil bağladık..oluyor böyle rezillikler efenim, hayatı brut ele almak lazım.

* Kolpa editöre de söyledim geçenlerde. Hayatı müsbet bilimler üzerinden yorumlamak trend..Rasyonel olmayan; Secret-Karma vs. kolpaları, "Evrende bir enerji var" geyikleri, hakkettiği gibi dayanaksızlıktan çamura saplandı.Amerikan dizi ve film sektörü de bayağı bir yol yapıyor atom fiziğine. Şu CERN deneyinden beklenen sonuç çıksın, "okyanus öteciler"'e meseleyi aşırı derecede çirkinleştirmeyi düşünüyorum.

* Kürtçe eğitim iyi hoş da..bu arkadaşlar ÖSYM sınavlarına nasıl girecek. O metadolojiyi Kürtçe öğrenip Türkçe sınav çözmek olur mu. Hadi çevirmenle farklı kitapçıklar hazırlandı diyelim. Yok yanlış tercüme, yok anlam kayması. Bin tane sıkıntı çıkar. Biz daha Türkçe sınav yapmayı beceremiyoruz. İkinci dilde durmadan sınavlar iptal olur. İlerde de Alanya'lı Ruslar da kendi dillerinde ister. Al sana ÖSYM de gereksiz istihdam. Sonra devletin sırtında kambur var.Boykotton önce bunları tartışalım.

*beni yaşamımla sorgula
iki gözüm
beni yüreğimle
beni özümle.

bilimle anla beni
felsefeyle anla beni
tarihle anla beni
ve öyle yargıla.
(Ersin ERGÜN)

14 Eylül 2010 Salı

Gözleri Dört Defa Lacivertti...


AH MÜJGAN AH SADRi BABA ANLATIYOR
Yükleyen irfan3334. - Güncel haberleri izleyin



sevgimizin bir tanesiydin Müjgan.
saçları sırtına kadar sırma sırma dökülür,
elleri ufacık, gözleri dört defa lacivertti.
ve de her ne hikmetse o da bana gönüllüydü.
öyle bir sevdim ki Müjgan’ı,
dünyamı şaşırdım, haddimi bilemedim,
evleniriz gibi geldi bana.
evimiz, yuvamız olur, ışığımız yanar,
fakir soframız kurulur gibi geldi.
sahil bahçesinde gazoz içerekten
gizli gizli mal-ü hülya kurardık.
sonrada çarşılara giderdik.
eşya beğenirdik elden düşme;
aynalı konsolumuz
topuzlu karyolamız bile olacaktı.
Müjgan’ın her an her bi daim yanında olacaktım
ama olmadı gitti.
nereye mi ?
paraya gitti abicim paraya
nasılda sevmiştim yıllarca ben seni
her akşam bekledim yollarını
elbet bir gün biz yuva kurarız derken
duydum evlenmişsin sen zengin bir gençle
zengin olsaydım sensiz kalmazdım
her an düşünüp seni hiç ağlamazdım
param olsaydı aşkım kalırdın
seve seve yanımda benimle yaşardın
nikah resimlerimizi de çektirdiydik.
sonra Karpuzcu Raşit ağabeyinin
kayınbiraderine borç ederekten
nişan yüzüklerimizi de yaptırmıştık.
ama Müjgan takmadı bunu
takamadı uçuverdi elimden.
meğer gizlice altın bir kafes bulmuş kendine.
Müjgan’ın gelinliğini hususi diktirmişler,
benim gibi kiralık tel duvak almaya kalkışmamışlar yani
öyle sevindim ki.
mesut ve bahtiyar olsun diye dualar ettim hergece
sonramı ne oldu
Müjgan gibi bende
birbirimize ettiğimiz sözleri
ettiğimiz yeminleri unuttum.
bir daha mahalleye gelmedi müjgan, gelemedi.
bizim dar ve eski sokaklara otomobili sığmıyormuş dediler.
senede birkaç ay zaten avrupa’daymış dediler.
zaman şifalı bir ilaçtır unutursun dediler,
unuttum bende unuttum
hiç aklıma gelmedi.
hatırlamıyorum Müjgan’ı
hatırlamıyorum şimdi
Bu şiiride ben yazmadım zaten
Unuttum abi bende unuttum
Hatırlamıyorum şimdi
Müjganın gözleri ne renkti

Beklerken...

* 26 Eylül'ü bekliyorum...Zira son yıllardaki favori dizim Dexter'in yeni sezonu o tarihte başlayacak. Düşünüyorum da, en son bu şekilde beklediğim dizi Lost'un 3. sezonuydu sanırım. Lost malumunuz mantara bağladı ve bitti. Lost'un aksine Dexter'in bu alemde milad olacağını düşünenlerdenim..Go Morgan Go!

* 20 Eylül'de neler olacak? kaygıyla bekliyorum...PKK'nın ateşkesi o tarihte sona eriyor. Eylemlerle beraber herkes referandumdaki tercihini sorgulayacaktır.Süreç de ilginç ilerliyor...20 Eylül den sonrası büyük olaylara gebedir.

* Beyrut'a gitmeyi bekliyorum. Şu sıralar en merak ettiğim yer orası. Şaka maka ılımlı islama mı kayıyorum bilinmez, ama son zamanlarda Arap&Pers kültürü feci ilgimi çekmekte. Bayramda veya yılbaşında olur mu acaba??. Ondan sonra da İran'a gidebilmeyi bekliyorum...

* Ada sahillerinde bekliyorum...

* Her ne kadar herkes ümidini kaybetse de, ben Andy Kaufman'ın bir yerlerden çıkmasını bekliyorum, umuyorum...

* Pulp'ın & GNR'ın tekrar birleşmesini, eskisi gibi albümler yapmasını bekliyorum.

* 2011-2012 Futbol Sezonunu bekliyorum... Zira bu sene bizim takımdan bir şey olmayacağı muhtemel.Aziz Yıldırım'ın gitmesini bekliyorum...

* Godot'yu bekliyorum...

* 2011'in ilk işini bağlamak için bekliyorum. Şu 2012'yi bir bulsak, atlatacağız gibi krizi. Ha gayret be...

* C. Nolan'ın bir Batman Filmi daha çekmesini bekliyorum. Hatta, kendisi sabah akşam film çekse tapiyiz. Bir de şu Spider Man serisine el atmasını bekliyorum.

* Başka güzel şeyleri de, sanırım onları beklemeyi sevdiğimden, durmadan bekliyorum...

* Tostumu yedim bekliyorum.

12 Eylül 2010 Pazar

Twitter Tadında Blog Mesajları...



* Biraz önce referandum sonuçları açıklandı.Ne olur ne biter üzerine çok konuşulur, ama unutulmasın ki bu seçimin gerçek galibi BDP'dir.

* Bir işadamından duyduğum önerme gerçekten doğru sanırım: Türk Halkı'nın genlerinde hayır demek yok!

* Ben televizyon programcısı olsam, referendum sürecinde kesilikle Erkan Yolaç'ı ekrana çıkarırdım. Düşünesenize, 2 saat boyunca vur dibine evet-hayır geyiğinin. Bir de Gandhi Kemal'i yarıştırsa ne güleriz yahu(Oy vermeyi beceremeyen genel başkan olur mu!)

* EVet sonucu çıktı diye Türk Milleti'ni gerzikalılık ve cahillikle suçlayan lümpen arkadaşlarım! sizin bu ikircikli (bu lafı da RTE'den kaptım) tavrınızdır hattızatında Akp'yi tepemize çıkaran.Kendizi oturduğunuz yerden , farklı bir yere koymaya çalışacağınıza biraz katılımcı olsanız belki bir şeyler değişecek. Miyagi'nin Dainel'e söylediği gibi: sen savun, sayı gelir...

* Bir de, seçim sonuçları sebebiyle, Aziz Nesin'in malum lafına atıfta bulunanlar var. o, bu önermesini uzun bir listeyle desteklemişti. Bakın bakalım; ailenizin o lafın edildiği yıllardaki tercihleri ilgili listede var mı? Mesela 12 Eylül anayasına evet diyen, Turgut Özal gibi birisine oy verenlerin evlatlarının sağda solda Aziz Nesin'den bahsetmesi ne kadar komik.

* Bu akşam, Dünya Basketbol Şampiyonasında, USA ile final oynayacağız. Sonuç ne olursa olsun, böyle sempatik bir takıma sahip olduğum için gurur duyuyorum. Her ne kadar eleştirilseler de basketbolu yönetenlerle futbolu yönetenler bir yer değiştirse ya?

* 90 lı yılllarda basketbolumuza damgasını vuran adamdır Larry Richard. Aşağıda Facebook profiline, bu akşamki maç için, yazdığı iletiyi yapıştırıyorum. Ne güzel adamsın sen Larry! Bu ülkeye yabancı sporcu gelecekse, böylesi gelsin.

Just wanted to say congrats to the Turkish National Team for making the finals after a great match against Serbia. Turkish basketball has come a long way. I am so proud and happy. Well tomorrow its against USA. Hmmm, I know i'm gonna get a lot of heat from my friends here in the states, but I hope the Turkish team wins...

* Referandum bitti, Dünya Basket Şampiyonası bitiyor...gündem Fenerbahçe'nin rezil haline kayacak gibi..."Yetmez ama, Aykut!" diyoruz ama, bu yönetim de artık gitsin istiyoruz be anacım...

7 Eylül 2010 Salı

HAVET!



Son günlerde bütün iletişim organlarında referendum teranesini dinlemekten tek sıkılan ben değilimdir sanırım. Hayatımız boyunca; bizi futbol fanatikliğiyle suçlayan, bir takımın peşinden bu kadar koşulur mu diyen, taraf olmayı gereksizlik, rakip görmeyi eziklik bilen insanların, körü körüne destekleme hususunda bizi kat be kat aştıklarını eğlenerek izliyorum.

Mübalağa etmiyorum, şu an kutuplaşanlar takım fanatikliğinin bir adım gerisinde değil. Herkes, kendini bir tarafı savunmak zorunda hissettiği için, neferlik yapmakta. Bu çığırtkanların çoğunun referendum maddelerine hakim olduğuna bile inanmıyorum. Şu an okuduğunuz yazıyı referenduma 6 gün kala yazmakta olan kulunuz, hala nereye oy atacağına karar vermemiş durumda. Dolayısıyla ben bu satırları yazarken sesli düşüneceğim. Birçoğunun yapmak istemediği şekliyle, konuya tarafsız bakmaya çalışıyorum. Çünkü ben parti borazanı değilim, kayıtsız şartsız hiçbir oluşuma teslim olmam. İrdeler, kararımı öyle veririm. Bir kişinin veya oluşumun her zaman doğru kararlar vereceğini iddia etmek, Atatürk'ün Beşiktaş'lı olduğunu iddia etmek kadar komik ve tutarsızdır çünkü.

İlk olarak, ben bu parti atışmalarını fabrika patronu-sendika çekişmelerine benzetiyorum. Görünürde 2 taraf var, fakat değişmeyen gerçek aşikar. Bir taraf muktedir öteki taraf hizmetli!. CHP öyle bir siyaset güdüyor ki sanırsın asla iktidar olmak gibi bir niyeti veya umudu yok. Durmadan, bu referanduma evet çıkarsa, hükümetin devletin bazı kanallarını ele geçireceğini ve bunun da AKP nin "malum" hedeflerine ulaşması için son darbeyi vuracağını söylüyor. Behey basiretsizler! 2 sene sonra genel seçim var, sen iktidar ol sen kullan o kanalları da 8 senedir eleştirdiğin düzeni paramparça et! Referendum bütün bu hakları AKP ye bağlamıyor ki, iktidar partisine bağlıyor. Bu ne ezikliktir bu ne mağlubiyeti kabullenmektir! Adamın biraz gururu olur. BJK bile bıraktı "nasıl olsa 2 büyüğün yanında yer alamıyorum bari ezilene yatıp prim yapayım" stratejisini. Adamlar Q7'yi aldı, CHP hala Kamer Genç ile gol yollarında etkili olmaya çalışıyor.

Şimdi buna şu şekilde cevap verenler olacaktır "Hayır diyenler ülke menfaatini ve demokrasiyi ön planda tutuyorlar". Güler geçerim. Bu ülkede; CHP nin belediyelerde ve devlet idarelerinde yaptığı kadrolaşma ve adam kayırma rekorunu, herhalde uzun yıllar hiçbir parti kıramaz (Bu yazdıklarımı; uydurmuyor, bizzat devletle iş yapan birisi olarak gözlemlediğim için söylüyorum).

Ayrıca; ister demokrasi deyin ister kuvvetler ayrılığı, bu kavramları iktidardan ayırabilmiş hatta ayırmayı istemiş, modern batı dünyası dahil, hiçbir düzen yoktur olamaz da. Bize anlatılan şehir efsanelerini bir kenara koyarsak, batı toplumunda da (özellikle USA'da) yargının hükümet politikalarına hizmet ettiği aşikardır. Zaten batıda, bizi uyutmak için anlatılagelen demokrasi kavramından eser yoktur. Zira o çok özendirilen medeni topraklarda; çatıdan Türk Bayrakları indirilir, cami minareleri yıkılır, başka ırktan olanlara pislik muamelesi yapılması vaka i adiyedir. O yüzden açık konuşmakta fayda var; eskiden yargı asker ve savcı insiyatifiyle taraflıydı, artık iktidar insiyatifiyle taraflı olacak. Giren çıkan hep vatandaşa olacağı için bu hususta ahkam kesmenin beyhude olacağını düşünüyorum. Ayrıca tutarlı olmakta fayda var, şu an iktidarda AKP yerine "Süper Atatürk'çü ve laik" bir parti 8 yıllık saltanat sürmüş olsaydı, o Facebook ta her allahın günü HAYIR'lı görsellerle kafa şişiren sıkıcı insanlar, aynı maddeler için bayıla bayıla evet tercihini destekleyeceklerdi. Zaten esas da budur, anayasa particilikten ve siyasetten bağımsız olmalıdır. Doğru, iktidarda kimin olduğuna göre farklılık göstermemelidir.

Gelelim öteki tarafa. AKP nin bu referendumla; tatlı su kurnazlığı yaptığı, hakkaniyetli maddelerle insanın gözünü boyayıp kritik 2 maddeyi geçirmeye çalıştığı, konuşulması gereken noktaları hasıraltı edip ot bokla "Evet" oyu istediği zaten açık. Ayrıca 12 Eylül'ün; yarattığı ve yol verip nemaladığı bir mantalitenin son temsilcilerinin darbecilere kızıyor gibi yapması tamamen bir ortaoyunudur. Adama sorarlar: bu ülke 12 Eylül'den önce de müslümandı ama senin mahsulu olduğun tarikatlar piyasada yoktu, o nasıl olacak? Bununla beraber AKP'nin, 250 mebusunun hakkında işleme konulamayan davalar olduğu bir ortamda, milletvekili dokunulmazlığını kaldırmaya yönelik bir aksiyonu olmadığı sürece hak hukuk adaletten bahsetmesi ayıptır, yavşaklıktır!

RTE'nin, tabiri caizse arkadan rüzgar yapıp televizyon karşısında yüzleşmeden kaçması da delikanlılığa sığmaz. Neden korkuyorsun, neyin açığa çıkmasından çekiniyorsun? sıkışınca "one minute" çekip, gider yapacağın bir moderatörü de kabul eder bizim Gandhi Kemal. Türk Milleti'nin örfünde yüzüne söyleyemeyeceğin şeyi arkadan konuşmak yoktur. Nasıl Kasımpaşa'lılık bu efendi...

Bir tarafta yenilgiyi baştan kabul etmiş, bütün kalelerine girilmiş, bezmiş, yokolmuş bir muhalefet.Öteki tarafta insanları salak yerine koyan, satılmış,yalancı ve takiyeci bir iktidar.Siz gerçekten hangi karar çıkarsa çıksın bu ülkenin demokratlaşacağını mı zannediyorsunuz?

İnsanlar işsiz, insanlar aç...İşsizlik tavan yapmış, kimsenin gelecekle ilgili bir umudu yok, herkes mutsuz, herkes çaresiz...

Verdiler elimize bir referendum geyiği kıvırıp kıvırıp duruyoruz. Artık 13 Eylül sabahı naparız gerisini bilmem.

* Görsel: İcmihrak.blogspot.com