10 Aralık 2010 Cuma

Suat (V)

Sabahın ilk saatlerinde bir mezarlıkta sabahlamak…Bir de hava -5 dereceyse!

Dışarıdan bakıldığında delilik gibi dursa da, ateş başında ısınmaya çalışan, yaş ortalaması on yediyi geçmeyen topluluk, halinden memnun gibiydi. İstanbul’un çeşitli semtlerinden gelmiş bu gözü kara gençler, yıllardır bir efsane gibi anlatılan eski hikâyelere benzer bir deneyimin parçası olmak için sabırsızlanıyordu. Bazıları; vücutlarına soğuğa karşı korunmak için sardıkları muşambalarla, kaşkollarını başlarına yastık olacak şekilde katlamışlar ve çalı çırpıdan yaptıkları yataklarında, tipi eşliğinde yıldızsız gökyüzünü seyrediyordu. İçtikleri otla çoğunun zihni yarı bulanıktı.

Aynı saatlerde İstanbul polis telsizlerinden akşamki maçın iptal olduğu haberi geçmişti. O gün maça gitmeye niyetlenmiş kişiler, sabahın erken saatlerinde medyanın duyurduğu bu haberle planlarını iptal etmişlerdi. Görüş alanının sınırlı olduğu bu çetin günde, böyle bir organizasyonun yapılabilmesi mümkün olmayacaktı.

-Bu iyi oldu. Polis dağılacaktır.

Turgut; haberi el radyosundan almıştı ve bu tehirden doğan memnuniyetini mezarlıktaki grupla paylaştı. Hemen karşı tarafla telefon görüşmeleri yapıldı ve mevcut planda bir değişiklik olmayacağı hususunda mutabık kalındı. Fiko, Noel baba edasıyla taşıdığı büyük çuvalın içinden çıkardığı emanetleri gruba dağıtıyordu. Herkes istihkakına düşeni vücudunun bir yerlerine zulalıyor, Fiko’nun motive edici konuşmalarıyla yarı bulanık zihinlerini şartlandırıyordu.

Bu hareketlenmeyi uzakta bir mezar taşının üzerinde oturarak izleyen Suat, soğuktan takırdayan çenesine hakim olmakta zorlanıyordu. Erman bütün gece yanında durmuş, bir an olsun onu yalnız bırakmamıştı. Artık neden orada olduğunu sorgulamaktan vazgeçmişti, ama son seferki gibi günlerini hastanede geçirmeye de niyetli değildi.

-Erman..

-Efendim?

-Bu akşam gelmemin tek sebebi sizi görmekti, başka bir şey değil.

-Biliyorum, sen olmasaydın ben de burada olmazdım zaten. O günler güzeldi ama sadece eski zamanlarda yaşandığı için…

Konuşmalarını Fiko böldü, çuvalda kalanları göstererek “Ağalar ne fısıldaşıyorsunuz, yüklü müsünüz? Boş gitmeyin!”.

Suat cevap bile vermeyerek kafasını çevirdi. Erman gerek olmadığını söyledi. Turgut çılgınca ortalığı turluyor, herkesle ayrı ayrı konuşuyordu. Sayıları 40-50 kişi kadar olan grup, ağabeylerinin her söylediğini yapacak kıvama gelmişti. Bu grubu en az bu kadar daha kişinin katılması muhtemeldi. Turgut, yoldaki bütün grupçukları ayrı ayrı arayıp talimatlar yağdırıyor, polisin ilgisini çekmemeleri için toplu olarak dolaşmamalarını emrediyordu.

Feriköy Mezarlığı yıllar sonra ilk defa böyle bir hareketlenme yaşıyordu.

Turgut, yola çıkarken Suat’ın yanında durmasını istedi. En önde kol kola girip, Okmeydanı’nın arka sokaklarında buluşma yerine doğru hareketlendiler.

Artık sessiz olma vaktiydi. Turgut bağıra çağıra tezahürat yapan gençleri susturdu. Korkanların, içinde en ufak şüphe olanların, kaçacakların şimdiden ayrılmasını söyledi. Bitişik nizam yürüdüğü Suat’a, onun da bir zamanlar bu çocuklar gibi olduğunu söyledi gülümseyerek.

Suat, sağlam durmasının gerektiğini bilerek Erman ve Turgut’un kollarına daha sıkı sarıldı. Arkadaki kalabalığın, mevzu anında, en ön sıradaki lider grubuna göre hareket edeceğini bilecek kadar çok bulunmuştu bu âlemde. Yıllarca sabahçı tayfasının komutanlığını yapmış olmanın deneyimiyle bulundukları konumdan rahatsızlık duydu. Ara sokaklarla beslenen bir yokuşun başındayken, Turgut’u uyarması gerektiğini düşündü.

-Bence burada duralım, arkadan yolu uzatıp öyle gidelim. Bu yol tehlikeli.

Turgut gençlerin yanında kararlarının sorgulanmasından hiç hoşlanmazdı. Suat’a bu karlı havada yokuşa tezgah açılmayacağını, yokuşu çıkmazlarsa buluşmaya geç kalacaklarını söyledi. Suat, eskiden olsa bu hatanın yapılmaması için sonuna kadar mücadele ederdi ama artık umurunda değildi. Turgut’a danışmadan, herkesin gözünü dört açmasını bağırarak salık verdi. Turgut bu durumdan hiç hoşlanmadı, bu talimatları vermesi gereken kendisiydi ama bir şey söylemedi ve grubu buz tutmuş yokuşa doğru yönlendirdi.

Arkadaki grup paltoların içindeki zincirlere, sallamalara ve bıçaklara doğru elini atmış hazır kıta onları takip ediyordu. Suat 20 kilo fazlasıyla artık bu işlerin adamı olamayacağını yokuşu çıkarken bir kez daha anladı. Soluk soluğa tırmanırken büründükleri sessizlik sağ taraftan duydukları bir bağırışla kesildi. Suat’ın korktuğu başına gelmiş, ara sokaktan yokuş aşağı üzerlerine koşan rakip takım çocuklarının tuzağına yakalanmışlardı. Yedikleri bu baskından yara almadan kurtulmaları imkansızdı.

Fiko gırtlağını patlatırcasına dağılmamalarını ve sağlam durmalarını söylese de, bloktan kopan ufak bir grup yokuş aşağıya kaçmaya başladı. Suat üzerlerine gelen grubu karşılamaya çalışan kalabalığın yarattığı momentumla kendini yerde buldu. Eğer eski zamanlardaki rajon değişmediyse, yerdeki kişiye vurulmaması gerekirdi. Yattığı yerden çatışmayı izledi, kalkmaya niyeti yoktu. Buzların üzerine uzanmak, şu an için bulunduğu ortam için en konforlu hareketti.

Yattığı yerden gencecik çocukların birbirini yaralamasını izliyordu. Kötü durumdaki birkaç çocuğa kalkıp el vermeyi düşündü ama ayağa kalkmayı bile başaracağından emin değildi. Sessizce bu hengâmenin bitmesini beklemekten başka çaresi yoktu.

Tam bunlar olurken Erman’ın birkaç kişi tarafından kötü sıkıştırıldığını gördü. Çocuklar onu ortalarına almış, durmadan vuruyorlardı. Boniek eski günlerdeki gibi yıkılmıyor, aman dilemiyordu. Suat, yıllardır unuttuğu bir hisle dolup taştı. Midesinden gelen bir öfkeyle bağırmaya başladı.

Olduğu yerden kıvrakça doğruldu ve görebildiği ilk kalın zincir parçasını eline aldı. Gözlerini kapatmış ve tek bir hedefe odaklanmıştı.

Beş kişilik kalabalığın içine girip önüne gelene vurmaya başladı. Erman koluna girip “hadi gidelim buradan Suat” diyene kadar her şey bulanıktı onun için. Erman’la uzaklaşırken Turgut’la göz göze geldi. Birbirlerine bir şey söylemek gereği duymadılar. Durumun ikisi içinde anlaşılır olduğu açıktı. Hızlıca koşarken son duydukları Fiko’nun bağırışlarıydı. Onları kovalamaya çalışan birkaç kişiyi de etkisiz hale getirdiler. Erman, minnet duygusuyla Suat’ın elini sıktı:

-Suat, gene eski günlerdeki gibi beni bırakmadın kardeşim…

-Her tarafın kanıyor Erman. Okmeydanı Hastanesine gitmeyelim, polise ebeleniriz. Benim tanıdığım bir klinik var, hadi!

-------

Aysel, Uludağ’da kiraladıkları evin şöminesinin başında, İstanbul’daki kar çilesini televizyondan izliyordu. Bir gözü saatte eşinin gelmesini bekliyor ve durmadan babasını soran Petek’i telkin ediyordu. Suat’ı en son 2 saat önce aramış ama kocası telefonunu açmamıştı. İyice paniklese de, üzüntü ve şaşkınlığını belli etmemeye çalışıyordu.

Sessizlik, karları aşa aşa gelen bir arazi aracının, bembeyaz karları çiğneyen tekerlek sesiyle bozuldu. İki kısa korna sesi! Bu Suat’ın tarzıydı!

Aysel sevinç içinde kapıya doğru fırladı. Gülen gözlerle kendisine bakan kocasına sanki aylardır ayrılarmış gibi sarıldı. Suat, Petek’i de kucağına almak için harekete geçtiğinde Aysel’in gözüne arabadaki bir karartı takıldı. Başı sargı içerisindeki bu adamın kim olduğunu sorarcasına Suat’a döndü
-Aysel tanıştırayım….Erman. Kendisi çok iyi ve eski bir dostumdur. Bu sabah buzlanma sebebiyle bir trafik kazası geçirdi. Ben de aldım buraya getirdim. Biraz burada kalıp kafasını dağıtsın diye.

Aysel, Erman’ın gözünün içine baktı ve gülümseyerek elini sıktı.

-Hoş geldiniz, ilk defa Suat’ın eski dostlarından biriyle tanışıyorum. Yemek hazırladım. Umarım bir şey yememişsinizdir ve kayak yapmayı biliyorsunuzdur. Yedek takımlarımız var….



SON

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder