8 Kasım 2009 Pazar

Mehmet Sucu 24 Ayar Altın


Bürodan iyi bir haber geçmişse telefondaki sesi çok güzel ve kısık bir müzik gibi gelirdi:
“Balbay, bu çok güzel iş be...”
İşi gücü işti. Onun için, haber de bir işti.
O gün işler kesatsa, büyütülecek haber yoksa, sesi aynı tonda, ama donuk gelirdi:
“Balbay bugün manşet yok ya... N’apıcaz?”
Ölümün elimizden usul usul çekip aldığı Sevgili Yazıişleri Müdürümüz Mehmet Sucu, deyim yerindeyse 24 ayar altın gibiydi. Gazeteciliğin içine hiç ama hiçbir şey katmadı.
Katıksız bir gazeteciydi.
Habere katkı yapmayı çok severdi. “Balbaycığım bu habere şöyle bir kutu yapsak” sözü kulağımda fısıldayıp duruyor.
O günkü gazetenin birinci sayfasını nasıl yapacağını anlatırken bir ressamın tabloda boyaları nasıl kullanacağını söyleyişi gibi sanatçı bir duruş takınırdı:
“Manşet altı sütun olacak... Sağdan iki sütun anonslar var... Eteğe çok güzel bir fotoğraf geldi...”
Mehmet Sucu gazetede yok mu; demek ki mahkemedeydi. Sorumlu yazıişleri müdürlüğünü de üstlendiği dönemde, haberlerle ilgili dava açıldığında sorumlu olarak ifade vermeye giderdi.
***
Hastalığı amansız ve zamansızdı...
Tedavisi başladıktan sonra ilk karşılaştığımızda, o benden daha sakindi. Yüzünde basit bir sivilce çıkmış da onu kurutmaya çalışıyormuş gibi anlattı tedavi sürecini. Olasılıkları da aynı sıradanlıkla döküverdi. Ama içinde ölüm yoktu, yaşam vardı.
Sonuna kadar direndi.
Bütün şansları zorladı.
Ankara’ya da geldi. Hacettepe Üniversitesi’nden bir hocaya görünmek istemişti. Yine sıradan bir randevuya gelir gibi uğradı gazeteye. Yeni bir tedavi yöntemi varmış, onun durumuna uygun mu onu saptayacaklardı.
Kaç kez tıbbi müdahale yapıldı bilmiyorum. Birkaçından sonra konuştuğumuzda, ölümle randevuyu sanki sonsuzluğa ötelemiş olmanın rahatlığında anlatıyordu her şeyi. Çok da uzatmıyor, hemen sonrasında “işe” geçiyordu.
Onca işin arasında iletişim dünyasını da çok yakından izliyordu. Gazetedeki sütununda gelişmeleri, edinimlerini paylaşıyordu.
Hastalığı ilerledikçe onun yaşam sevinci de ilerliyordu. Ayda bir İstanbul’a toplantı için gelişimde, mutlaka gazetenin bir yerinde karşılaşıyorduk. Yazıişleri... İbrahim Yıldız’ın odası... İlhan Selçuk’un odasına giden koridor...
Böylesine ciddi bir hastalıkla karşılaşır da, insan duruşunu nasıl olur da bir milim değiştirmez.
***
Sevgili Sucu,
Aylardır senden ayrıyız. Şimdi iyice kalıcılaştırdık ayrılığı...
Aşk olsun!..
Sana son görevimi yerine getiremedim.
Hoş gör!..
Pazar günü gazetenin önüne iki elim kanda olsa gelirdim.
Var say...
Seni anlatmak için onca tanım geldi aklıma. 24 ayar tanımını seçtim. Biliyorsun altının en katıksız hali 24 ayardır. Ama piyasada satılmaz.
Sen de öyleydin.
Yazdığın kitaplar da piyasaya uygun değildi. Salt gazetecilikle, toplumun haber alma hakkıyla ilgiliydi. Onları tanıtmaya da girişmedin. Oysa yazıişleri müdürü yetkinle istediğin gibi yapabilirdin bunu. Örneğin “Halk Bunu Bilmesin” kitabın nasıl da güncel..
Ahh Sucu...
Şimdi “oralar nasıl” diye sorsam, sen üste çıkıp sorarsın; “Manşet var mı” diye...
Ayakta öldün...
Işıklar içinde yat...
Haberlerin, başlıkların, spotların, sayfa maketlerinin, tüm katıksız gazetecilerin, Cumhuriyet ailesinin ve okurların başı sağ olsun...


Mustafa Balbay.

"Irish'a teşekkürler..."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder